ŞOV DEVAM EDİYOR

Basketbolun sanat haline dönüştüğü, parkedeki şovun tavan yaptığı NBA'de; tüm zamanların en çok keyif veren takımlarını sizlere anımsatırken, günümüzde bu bayrağı devralan Golden State Warriors ile de karşılaştırmaya çalıştık. Dosyamızda kimler, kimler yok ki;  Moses Malone'un  Philadelphia 76’ersın'dan, Magic Johnson ve Kareem Abdul Jabbar'ın Lakersı'na; Majesteleri Michael Jordan'ın Chicagosu'ndan, Webber, Divac, Stojakovic, Bibby, Doug Cristie ve Hido'lu Sacramento'ya kadar... Ve finalde tabii ki Curry ile arkadaşları... Keyifli okumalar...

ŞOV DEVAM EDİYOR
07 Kasım 2018 - 22:13

ADINA ŞARKILAR YAZILAN TAKIM: PHILADELPHIA 76'ERS 1982/83

 
"NBA'de seyretmekten zevk aldığım birçok takım var; ancak Moses Malone'lu Philadelphia 76’ers takımı... Maurice Cheeks, Andrew Toney, Julius Erving, Marc Iavaroni ve Moses Malone ilk 5’i… Benchten Bobby Jones geliyor, Koç Billy “The Kangaroo Kid” Cunningham... O da eski bir oyuncu, eski bir efsaneydi ve onunda koç olarak ilk şampiyonluğu bu takımlaydı. Moses Malone’un o takıma gelişi ve play-off öncesi “Ne olur play-off’lar?” sorusuna, “4-0, 4-0, 4-0 olur merak etmeyin” cevabını verişi ve 4-0, 4-1, 4-0 bitmesi… O takım için şarkılar, şiirler yazıldı. Efsane bir takımdı ve seyretmesi de çok güzeldi..."
 
MURAT MURATHANOĞLU
 
Benim için gelmiş geçmiş seyretmekten en zevk aldığım takımlardan birinin, Jerry West, Elgin Baylor, Gail Goodrich ve Wilt Chamberlain’ın yer aldığı 33 maç arka arakaya kazanan ve şampiyon olan Los Angeles Lakers olduğunu söyleyebilirim. Tabii ki Michael Jordan, Scottie Pippen ve özellikle Rodman’ın da yer aldığı Chicago Bulls takımı da aklıma geliyor. İzlemenin yanı sıra anlatmaktan da çok büyük zevk almıştım onları... 
 
Yine Shaquille O’Neal ve Kobe Bryant’ın yer aldığı Los Angeles Lakers, yine Shaq, Anfernee Hardaway ve bizim okulun mezunlarından Nick Anderson’ın bir arada olduğu o ilk Orlando Magic takımları… Bunların hepsi izlemekten çok büyük keyif aldığım takımlardı. 
 
Basketbol açısından değil ama “Kimi nasıl dövecekler?” diye merakla beklediğim Detroit Pistons’un “Bad Boys” takımı da izlemekten zevk aldığım takımlardan biriydi. Magic Johnson, Kareem Abdul-Jabbar ve James Worthy’nin birlikte oynadığı Lakers takımını da unutmamak gerekir.
 
'Showtime' müthiş zevk aldığım bir ekipti. Zaten farklı dönemlerde 3 tane Lakers takımı var ve bunlar, izlemekten en çok zevk aldığım 8-9 takım arasında. Benim Amerika’daki ilk yıllarımda belki kimse hatırlamayacak; ama Chicago Bulls’ta, Jerry Sloan ile “Stormin’ Norman” lakaplı Norm Van Lier inanılmaz bir guard ikilisi oluşturuyordu. Pek sayı atmazlardı ama rakibe de hiç attırmazlardı. O takım bana taktik olarak basketbol dersi verdi diyebilirim.
 
Philadelphia 76’ers’ta Julius Erving ve Andrew Toney’nin yer aldığı hemen hemen her takım benim için özeldi. Ama bugünkü Golden State Warriors takımını da unutmayalım. Bunlar seyretmekten en zevk aldığım takımlar; ama bana bir numara hangisi diye sorarsanız, bu kadar takım arasında seçim yapmak kolay değil belki...
Ancak Moses Malone'lu Philadelphia 76’ers takımı. Maurice Cheeks, Andrew Toney, Julius Erving, Marc Iavaroni ve Moses Malone ilk 5’i… Bençten Bobby Jones geliyor, koç Billy “The Kangaroo Kid” Cunningham. O da eski bir oyuncu, eski bir efsaneydi ve onunda koç olarak ilk şampiyonluğu bu takımlaydı. Moses Malone’un o takıma gelişi ve play-off öncesi “Ne olur play-off’lar?” sorusuna, “4-0, 4-0, 4-0 olur merak etmeyin” cevabını verişi ve 4-0, 4-1, 4-0 bitmesi… O takım için şarkılar, şiirler yazıldı. Efsane bir takımdı ve seyretmesi de çok güzeldi... 
 
Evet o takımdan Darryl Dawkins’i yollamışlardı, belki o maçların sayısı biraz azaldı, çünkü Moses Malone tam tersi bir pivottu. Ekmeğini taştan çıkaran ve lakabı katır olan bir isimdi. Pota civarında durdurulması mümkün olmayan, topu kaçırsa bile kendi ribaundunu alıp basket faulle pozisyonu tamamlayan büyük bir emekçiydi. Çok büyük bir basketbolcuydu ve onu çok severdim. O takıma geldi dediğini yaptı ve Julius Erving’e NBA’deki ilk şampiyonluğunu kazandırdı. Ondan o takım benim için çok çok özeldir. 
 
O takımın bir diğer özelliği de Andrew Toney’nin özellikle ayak bileğindeki sakatlıktan dolayı kariyerinin çok çabuk bitmesi. Yoksa Andrew Toney bir 15 sene oynayabilseydi mutlaka bu seviyelerde ya da daha da yukarısında oynayacaktı. İnanılmaz bir skorer-şutördü. Lakabı da The Boston Strangler’dı. Çünkü Boston Celtics maçlarını inanılmaz oynardı. Özetle izlediğim tüm takımlar içerisinde o takımı izlemek, o takımı tutmak benim için özeldi...
 
 
 
BİZ SHOWTIME'I ÇOK SEVMİŞTİK: LOS ANGELES LAKERS 1987-88
"Lakers için Showtime denen görkemli dönemin lideri Magic ise mimarı da head coach Pat Riley’di. Briyantinli saçlı Riley 1981’de asistanlık head coach’luğa terfi edince takımın oyun tarzını değiştirmiş ve bunun için de anahtarları Magic’e vermişti. Riley sonraki yıllarda Kareem ve Magic’in yanına eksik parçaları ekleyip takımı dört kez NBA şampiyonluğuna taşıdı. 1987 ve 1988’de iki kez üst üste şampiyon olarak 20 sezon aradan sonra bunu başaran ilk takım oldular." 
Alp ULAGAY
 
Çocukken de duyardık NBA’i, bazı efsaneler dolaşıp dururdu. 100 sayılık maç gibi örneğin… Ama NBA’in Türkiye’ye asıl girişi ancak 1980’lerin sonunda mümkün oldu. O zamana kadar NBA bilgimiz aylık Basket dergisindeki Murat Murathanoğlu imzalı yazılardan ibaretti. Arada sırada günlük gazetelerde de haberler çıkardı. Bird’ün Boston’u sürüklemesi, Jordan’ın yükselişi gibi… Bir de şanslı olup ABD’deki abisine ya da akrabalarına video kasede kaydedilmiş maç yayını sipariş edenler vardı. Ama benim böyle bir imkânım da yoktu doğrusu. Biraz Kaf Dağı’nın ardındaki efsane gibiydi NBA benim için… Evet, çok iyi olduklarını tahmin ediyordum ama ne kadar iyiydiler? İşte orasını henüz bilmiyordum.
 
Derken 1987’nin sonbahar aylarında o zamanın tek yayıncısı TRT haftada bir gün banttan da olsa NBA maçı yayınlayacağını duyurdu. Sonunda dünya gözüyle görecektik şu NBA’i. Yayınlar başlar başlamaz NBA’in Avrupa basketboluna ağır basan özelliklerini gördük hemen. Orada basketbol çok daha hızlı oynanıyordu, oyuncular çok daha atletikti. Hayran hayran izlemeye başladık.
 
Amaaaa… Bir takım vardı ki, doğrusu o yaşlarda beni mest etmişti: Los Angeles Lakers. Bir kere Avrupa basketbolundan alıştığımızın çok üzerinde bir tempo vardı. Sadece tempo değildi mesele, artistik bir mevzu da söz konusuydu. Lakers sadece kazanmıyor, eğlendiriyordu aynı zamanda… Hani 10’lu yaşlarda izlediğiniz bazı takımların etkisi fazla olur ya üzerinizde, bana da aynısı olmuştu. Öyle büyülenmiş gibi izliyordum.
Özellikle Magic Johnson’ın 2.05 metrelik boyuyla oyun kurucu oynaması inanılmaz gelmişti bana. Magic kendi ribaundunu alıp oyunu hızlı hücumu başlatıyor, top birkaç saniye içinde rakip potaya smaç ya da şık bir turnike olarak ulaşıyordu. 
Hızlı hücuma çıkan takım arkadaşları Worthy, Scott, Cooper, Green’e düşen Magic’in asistlerine hazır olmaktı. Çünkü o asist en beklenmedik anda en beklenmedik şekilde gelebilirdi: Bel arkası, bacak arası, falsolu ya da Magic’in alameti farikası “no-look” şeklinde. Tabii ki bütün maç hızlı hücumla geçmiyordu. Oyun sete döndüğünde ise bu kez Kareem Abdul-Jabbar’dan sky-hook sanatını izliyorduk.
Lakers için Showtime denen bu görkemli dönemin lideri Magic ise mimarı da head coach Pat Riley’di. Briyantinli saçlı Riley 1981’de asistanlık head coach’luğa terfi edince takımın oyun tarzını değiştirmiş ve bunun için de anahtarları Magic’e vermişti. Riley sonraki yıllarda Kareem ve Magic’in yanına eksik parçaları ekleyip takımı dört kez NBA şampiyonluğuna taşıdı. 1987 ve 1988’de iki kez üst üste şampiyon olarak 20 sezon aradan sonra bunu başaran ilk takım oldular. Elbette bu hücumların ardından kılı kırk yaran bir çalışma temposu vardı. Riley kimi zaman Lakers’ın canının çıkaran idmanlar yaptırmasıyla da tanınıyordu. Öyle kolay gelmemişti bu başarılar.
1989’da Pistons’a yenilip üçleme fırsatını kaçırdılar. 1991’de bir kez daha final oynadılar. Ancak Riley çoktan ayrılmış, takımın ana öğeleri yaşlanmıştı. Showtime çok geride kalmıştı artık… Aradan 30 yıl geçmesine karşın ben hâlâ o hem kazanan, hem eğlendiren takımın videolarını izlemekten büyük zevk alıyorum.
 

JORDAN: GERİ DÖNDÜM - CHICAGO BULLS 1995-96 
 
"Bu takımın normal sezonda 82 maçta 72 galibiyet alıp; o zamanın galibiyet rekorunu kırıp; 1995-96 sezonunda, üst üste 3 yıl sürecek NBA şampiyonluğunu tekrar rüzgârlı şehire getirdiklerini unutmamak lazım."
 
Gülşah AKKAYA
 
90’ların Chicago Bulls’u… Bana göre, tarihin en keyif veren; ama tartışmasız da en başarılı takımlarından biri. Rüzgarlı şehre 90’larda 8 senede 6 NBA Şampiyonluğu getirdiler. Altyapılarda oynarken de Toni Kukoc’a bir hayranlığım vardı. Micheal Jordan zaten eline basketbol topu almış; hemen hemen herkesin en az bir kere; kendini oymuş gibi hissedip topu potaya atmışlığı olan efsane oyuncusu.
1995 senesinde üniversite için, Toledo’da bulunuyordum ve idolüm olan Kukoç, Jordan, Pippen bana sadece 4 saatlik uzaklıktaydı... Ama yakınlık bir yana, izlemekten ve 1995- 1996 sezonunda takip etmekten de büyük keyif aldığım bu takımın bir hikayesi vardı…
 
Jordan, babasının 1993 Ağustos’unda öldürülmesinin ardından basketboldan emekli olup beyzbol oynayacağını açıklamıştı. Yaklaşık 2 yıl sonra, 18 Mart 1995'te Micheal Jordan menajeri David Falk vasıtasıyla gazetecilere sadece 2 kelimeden oluşan bir fax çekmişti. “I’m back.” (Geri döndüm)
 
1994-1995 sezonunun sonuna doğru Jordan tekrar forma giymiş; fakat play-off'larda elenmişlerdi. 95 yazında Warner Bros ile anlaştığı Space Jam filminde oynamak için ileri sürdüğü şartlardan bir tanesi de sete halter salonu da bulunan nizami bir basketbol sahası kurulmasıydı. Sadece salonun havalandırması için harcanan paranın haftalık 10 bin dolar olduğu konuşulmuştu. 
 
Jordan, Dome diye anılan bu salona o dönemin hemen hemen bütün yıldızlarıyla pick-up oynamak için uğruyordu. Bütün bunlar konuşulurken 1995-1996 sezonu için Micheal Jordan’ın nasıl bir performans sergileyeceği de güncel konular arasındaydı.
 
1995 yazında, takıma dahil olan oyunculardan bir tanesi de Dennis Rodman’dı. NBA’in asi oyuncularından, saçları rengarenk, vücudu piercing ve dövmelerle dolu bu ilginç karakter, Jordan ve Pippen’ın da onayı ile takıma dahil olmuştu. Phil Jackson’un büyük risk-büyük kazanç diye nitelendirdiği Rodman’ın takıma dahil olması sadece sportif performans olarak değil; magazinsel yönüyle de ilgi çekiyordu.. Madonna ile ilişki yaşadığını açıklamış ve daha sonra kendisi ile evlenmek için bir seremoni düzenlemişti.
 
Bu arada bende de merak uyandıran konulardan bir tanesi de Zen felsefesini benimsemiş ve basketbola entegre etmiş olan Phil Jackson’ın, Rodman’a olacak yaklaşımı ve verim alabilmek için ne gibi ne gibi felsefi davranışlarda bulunacağıydı. Halbuki, ben bir derinlik ararken aslında çözümleri basitmiş. En yakın arkadaşı olan Jack Haley ile onu takıma almakmış. Jack Haley; 95-96 sezonunda sadece bir maç oynamış ve play-off'larda idmanlara bile katılmamış...
 
Her ne kadar solak olmasam da, o yaşlarda hayran olduğum ve kendime idol edindiğim Avrupalı oyuncu Toni Kukoç da bu takımın parçasıydı. Kukoc’un forma numarası 7 olduğu için ben de 7 numarayı yıllarca tercih ettim. Tabii ki, bu efsane takımda kimler yoktu ki; Scottie Pippen, Ron Harper ve yüzde 50'nin üzerinde 3’lük atan keskin şutor Steve Kerr, Luc Longley...
 
95 Bulls takımıyla içsel bir bağ kurmamda tetikleyici olan diğer sebepler, herhalde; Micheal Jordan’ın restaurantında, onun yediği pre-game yemeğini arkadaşlarımla paylaşmam ve sonrasında maça gidip bu yıldızları canlı canlı izleyebilmiş olmamdı, sanırım. Tabii ki de bütün bunların dışında bu takımın normal sezonda 82 maçta 72 galibiyet alıp; o zamanın galibiyet rekorunu kırıp; 1995-96 sezonunda, üst üste 3 yıl sürecek NBA şampiyonluğunu tekrar rüzgârlı şehre getirdiklerini unutmamak lazım.


 
PARKENİN EN BÜYÜK ŞOVU: SACRAMENTO 2001/02
 
"Sacramento Kings’in 2002’de Batı Finali'ni Lakers’a 4-3 kaybetmesi bana bir daha asla taraf tutmamayı öğretti. NBA tarihinin belki de şampiyon olmayı Utah Jazz ile birlikte en çok hak eden; bunu bir şekilde başaramamış iki takımından söz ediyorum. Utah iki süper yıldız Stockton ve Malone üzerine kurulu, yan parçaları çok iyi olan ve Jerry Sloan gibi akil bir koça sahip bir takımdı. Sacramento parkelerin en büyük şovunu vaat ediyordu. Takımın “eğlendirici” fonksiyonu, pas oyunundaki kalite ve yaratıcılık kadar, tek tek parçaların nevi şahsına münhasır karakter oluşuydu kuşkusuz."
 
Kemal ILIKKAN
 
 
Chicago Bulls’a karşı Utah Jazz’ı tuttuğum için midir bilmiyorum.., NBA’de hep finali kaybeden, şampiyon olamayan ve daha sonra sessizce dağılan takımlara sempati duydum. Son yıllarda hep Golden State Warriors’a veya LeBron James’e karşı final oynayan takımların kazanmasını istemem, Stockton-Malone ikilisinin 2 yıl üst üste Michael Jordan duvarına toslamasıyla alakalı sanırım. Bir çocukluk travması işte…
 
Sacramento Kings’in 2002’de Batı Finali'ni Lakers’a 4-3 kaybetmesi ise bir daha asla taraf tutmamayı öğretti bana. NBA tarihinin belki de şampiyon olmayı en çok hak eden; ama bunu bir şekilde başaramamış iki takımından söz ediyorum. Utah Jazz iki süper yıldız Stockton ve Malone üzerine kurulu, yan parçaları çok iyi olan ve Jerry Sloan gibi akil bir koça sahip bir takımdı. Sacramento Kings ise Sport Illustrated’ın da kapağında vurguladığı gibi parkelerin en büyük şovunu vaat ediyordu. Takımın 'eğlendirici' fonksiyonu, pas oyunundaki kalite ve yaratıcılık kadar, tek tek parçaların nevi şahsına münhasır karakter oluşuydu kuşkusuz.
 
Chris Webber’dan başlayalım... Michigan’ın “Fab Five” çetesinin hırçın çocuğu, final maçının son anlarında mola hakları bitmişken mola almaya çalışmış ve NCAA şampiyonluğunu kendi elleriyle Northa Caroline’ya teslim etmişti. Yasak olmasına rağmen onun, okuldan para alması 6 yıl soruşturuldu ve basketbol tarihine Ed Martin skandalı olarak geçti. Washington Wizards yıllarında bir dansçı kızla yatması ve kızın 17 yaşında çıkması, ardından medya tarafından 'tecavüzcü' ilan edilmesi de cabası… Böyle bir isimken Arco Arena’da zirveye çıkmayı bildi. O takımın 1 numaralı yıldızıydı ve hep seveni - sevmeyeni bol bir isim olarak kaldı.
 
Vlade Divac… Drazen Petrovic’le birlikte Avrupalı oyunculara NBA’in kapısını açan yaşlı kurt. Efes’te 4 numara oynayan Hidayet Türkoğlu’nun top getiren uzun olarak rol almasını Koç Rick Adelman’a öneren kişinin o olduğu söylenir. Hidayet Türkoğlu ondan 'saha görüşü' olarak da çok şey öğrenmiş olmalı. Post-up pozisyonundan dağıttığı toplarla takımın asist ortalamasını yükselten faktördü. Ve aslında iki kutuplu dünya ölçeğinde politik bir figürdü de...
 
Predrag 'Peja' Stojakovic… Takımın lideri Webber gibi görünse de saha içinde kontrol kesinlikle ondaydı. Bugün üçlük dendiğinde nasıl Stephen Curry akla geliyorsa Sacramento Kings’in NBA şampiyonluğuna göz diktiği dönemde de Reggie Miller ve Ray Allen gibi keskin şutörlere rağmen Peja, en büyük şut tehdidiydi. Indiana Pacers’a gittiğinde renklere gözüm bir türlü alışamamıştı.
 
Her tarafı yetenek olan 'pure guard' Jason Williams… Steve Nash seviyesinde yaptığı işlerle bir döneme damgasını vurmuştu. NBA’in en heyecan verici, en delişmen beyaz oyun kurucularından biriydi. Şova yatkın oyunuyla modern zamanların Pete Maravich’iydi. Hangimiz basketbol oynarken onun gibi 'elbow pass' denemedik ki?
 
Mike Bibby… Daha gerçekçi hedeflere ulaşabilecek bir guard bulunması gerekiyordu ve Jason Williams-Mike Bibby takası bu işe yaradı. “Only God can judge me” dövmesini ilk onda gördük. Müthiş skor potansiyeline rağmen kendisine verilen role hiç itiraz etmedi. Takımın en cool ismi olabilir. Kenara geldiğinde maçı izlemek yerine başka şeylerle uğraşmayı severdi.
 
Doug Christie… Takımın en etkili savunma silahıydı. 4-3 kaybedilen Batı finalinde Kobe Bryant’ı 2 kez 22 sayıda tutmayı başarmıştı. Elbette saha dışında kendisini var edebilmiş, enteresan bir NBA figürüydü. Söyledikleri gibi karısıyla birlikte bir seks kasetlerinin olup olmadığı bugün hâlâ merak ediliyor.
 
Scot Pollard… Marjinal sakal kesimleriyle Dennis Rodman ekolünün bir temsilcisiydi. Rodman kadar marjinal, Ron Artest kadar arıza bir pivot. Tam bir ribaund canavarıydı. Shaquille O’Neal’ı faul problemine sokmak gibi kutsal bir görevi vardı.
 
Ve Hidayet Türkoğlu… Kings’in esip gürlediği o yıllarda NBA’in en iyi 6. adamları arasına girmeyi başardı. Avrupa’da uzun kabul edilirken NBA’de bir guard'a evrilmesi 12 Dev Adam’ın da EuroBasket’lerde söz sahibi olmasının bir sebebi olarak gösterilebilir. Divac ve Stojakovic’in koruması altında onlara öylesine etkilenmişti ki diğer takım arkadaşları gibi 'arıza'lıklar yapması pek göze batmıyordu. Milli formayla Hırvat tribünlerine çetnik selamı göndermesinin sebebi hiçbir zaman anlaşılamadı! Sacramento Kings o dönem Hidayet Türkoğlu’na sahip olmasa Türkiye’de yine de bu kadar izlenir miydi bilemeyiz; ama anılar bize o güzel takımla ilgili bir imgeyi geri getirdiğinde mutlaka Hidayet Türkoğlu’ndan bir iz de beraberinde geliyor.
 

 
VE GOLDEN STATE WARRIORS
ÖNCÜ

 
"Tarihin en iyi takımı tartışmasının içinde önemli bir yere sahip olan Golden State Warriors, kendi içinde yarattığı yıldızlarla 2010’lu yılların basketbol öncüsü ve başta oyuncular olmak üzere medya/büyük markalar için cazibe merkezi olmayı başardı. 1990’larda Jordan gibi smaç basmanın, 2000’lerde Iverson gibi crossover yapmanın hayalini kuran genç nesil, artık Stephen Curry gibi şut atabilmeye çalışıyor ve çoğunlukla Curry imzalı ürünler giyiyor."
 
Levent LEVENTÇİ
 
Golden State Warriors, tartışmasız 2010’lu yılların en iyi basketbol takımı. Ancak bu tanım, Warriors’ı anlatmak için çok yetersiz. Hücumdaki eşsiz şut becerileriyle basketbol geometrisini yeniden tanımlayan Warriors, çoğu zaman pivotsuz oynamasına rağmen yaptığı müthiş çember savunmasıyla pozisyonsuz basketbolun temellerini attı. Tarihin en iyi takımı tartışmasının içinde önemli bir yere sahip olan Warriors, kendi içinde yarattığı yıldızlarla 2010’lu yılların basketbol öncüsü ve başta oyuncular olmak üzere medya/büyük markalar için cazibe merkezi olmayı başardı. 1990’larda Jordan gibi smaç basmanın, 2000’lerde Iverson gibi crossover yapmanın hayalini kuran genç nesil, artık Stephen Curry gibi şut atabilmeye çalışıyor ve çoğunlukla Curry imzalı ürünler giyiyor.
 
Golden State, farklı yıllarda ve hiçbiri ilk beş sıra içinde olmayan 3 draft seçimiyle (Curry, Klay Thompson, Draymond Green), NBA tarihinin en iyi çekirdeklerinden birini yaratmayı başardı. Bu noktada Warriors yönetiminin yürüttüğü stratejiler, tüm spor organizasyonlarına ders olarak gösterilebilir. Sürekli ayak bileği sakatlıklarıyla boğuşan Curry ile 2012 yazında düşük ücretli, uzun süreli sözleşme imzalayan GSW yönetimi, Klay Thompson’ın önünü açmak için takımın en skorer ismi Monta Ellis’i takas etmişti. 35 sıradan seçilen Draymond Green’in gelişimini anlatmaya kelimeler yetmez.
 
Bu çekirdeğin NBA’i domine etmesi için doğru koçla çalışması gerekiyordu. 2014/15 sezonu öncesi hiçbir başantrenörlük tecrübesi bulunmayan Steve Kerr, Warriors’ın başına getirildi ve NBA tarihinin akışı değişti. Mike D’Antoni, Phoenix’te "7 or less" adlı tempoya dayalı basketbol oynatırken organizasyonda yönetici olarak görev yapan Kerr, benzer felsefeyi Warriors’a uyguladı ve tarihin en tehlikeli şutör ikilisi Curry/Thompson "Splash Brothers" tam anlamıyla basketboldaki şut mesafesini, şut ritmini değiştirmeye başladı.
 
Kerr’in ilk sezonunda şampiyonluğa ulaşan Golden State Warriors, neredeyse taraflı tarafsız herkesin sevdiği bir takımdı. 2015/2016 sezonunda Curry’nin hafif sakatlıkla oynadığı ve 3-1’den Cleveland’a kaybedilen final serisi sonrası, Draymond Green’in Kevin Durant’e Warriors’a katılması yönünde mesaj atmasının ardından Durant’in yaz döneminde Warriors’a imza atması, NBA’deki güç dengesinin tamamen bozulduğunu düşünen birçok kişiyi sinirlendirdi ve Warriors’tan uzaklaştırdı.
 
Son 4 sezonda 3 defa mutlu sona ulaşan Warriors’ı izlemek; yüksek bütçeli, tempolu, iyi kurgulanmış, birçok yıldızın oynadığı ancak sonu belli olan aksiyon filmlerini izlemeye benziyor. Curry/Klay ikilisi sürekli tempoyu çok üst seviyede tutuyor ve inanılması güç şut isabetleri buluyor, deli dolu karakteriyle ön plana çıkan takımın mental lideri Draymond Green rakibin tüm oyuncularına savunmada meydan okuyor. Kevin Durant’in takıma katılması ve hücumda hemen hemen her şeyi yaparken, savunmada pivot gibi çember savunabilmesi sayesinde Warriors, süper kahraman filmlerindeki 'yenilmezlik' olgusunu tam anlamıyla basketbol sahasına taşımayı ve rakiplerine büyük üstünlük kurmayı başardı. Özellikle Warriors’ın hücumdaki sınırsız yeteneğini izlemek, birçoğumuza eşsiz bir deneyim sunuyor.
 
Kendi yarattığı değerlerle NBA şampiyonluğuna kadar yürüyen Warriors, son dönemde yüzük kazanmak isteyen yıldızların uğrak noktası haline geldi. Kadrosunda birçok yıldız olmasına rağmen hiçbir ego problemi yaşamayan ve topu müthiş paylaşan Warriors, asıl sınavını gelecek yaz verecek.
 
Sözleşmeleri sayesinde takımdan ayrılma ihtimali bulunan Durant ve Thompson’ın kariyerlerine başka takımlarda devam edebileceği konuşuluyor. Bakalım son 4 sezonda play-off'lar dahil oynadığı 395 maçın 312’sini kazanan (%79) ve akıcı basketboluyla genç nesli etkisi altına alan Warriors, yıldız oyuncularını kadroda tutmayı başararak 2020’li yılların ilk dönemine de damga vurabilecek mi?
 

YORUMLAR

  • 0 Yorum