Rüya'nın kıvılcımını Magic Johnson yaktı

Sports Illustrated’ın NBA yazarı Jack McCallum, "Rüya Takım'daki ilk yıldız o dönem HIV ile başı dertte olan Magic Johnson oldu. Bu gerçekten önemliydi. Bu konuda çok çekingen davranan Jordan ve gerçekten sakat ve yaşlanmış olan Bird, durumunu bilmediğimiz diğer iki ana oyuncuydu. Ama Magic, Rüya Takım fikrine gerçekten çok fazla meşruiyet kazandıran ilk oyuncu oldu. Ardından diğer yıldızlar takip etti..." diyor.

Rüya'nın kıvılcımını Magic Johnson yaktı
02 Ağustos 2022 - 10:56
RÖPORTAJ: ALP ULAGAY
 
Biz ekran başında büyülenmiş bir şekilde onları izlerken Rüya Takım’ı en başından beri yakından takip edenler vardı elbette. Bunlardan biri de saygın spor dergisi Sports Illustrated’ın NBA yazarı Jack McCallum’du. McCallum ilk idmandan final maçına kadar yaklaşık yedi hafta boyunca Jordan, Magic, Barkley ve diğerlerinin peşindeydi. 2012’de yaşadıklarını ‘Dream Team’ adlı kitapta anlatmıştı. Onu ABD’deki evinde yakaladık ve 30 yıl sonra hatırladıklarını anlattırdık.
 
- Aslında siz Dream Team'le ilgili ilk yazınızı Olimpiyatlar’dan çok önce Sports Illustrated dergisinin 18 Şubat 1991 tarihli sayısına yazdınız. Ertesi yıl Olimpiyat takımında NBA'den oyuncuların yer alacağını biliyordunuz. Ama gerçekten 1991'de o takımda kimlerin olmasını bekliyordunuz?
 
- Bunu bugün anlatmak zor. 1990’a hatta muhtemelen 1991'e kadar ABD’de bununla çok az ilgilenildiğini kavramak zor. Bunun gerçekten olmayacağına dair bir his vardı. Zaten birçok kişi de en iyi oyuncuların gitmeyeceğini düşünüyordu. Ayrıca kolej oyuncularından bir takım oluşturma geleneği çok güçlüydü. NBA de pek ilgilenmiyor gibiydi. Genel hava şöyleydi: “Michael Jordan yaz aylarında golften vazgeçmez. Onun yazın tek yaptığı iş budur. Kelimenin tam anlamıyla her gün golf oynar. Larry Bird zaten yaşlı. O da gelmez. Magic'te HIV var. O da olmaz.”
 
Bahsettiğiniz yazıyı yazdığımda, dürüst olmak gerekirse, insanlar ilk kez bu konuyu düşünmeye başladı. “Bir dakika, bu gerçekten olacak galiba. Profesyonellerin oynamasına izin verecekler” dediler. Bunun da Sports Illustrated’daki haberle çok ilgisi olduğunu düşünüyorum. O andan itibaren Magic bir şekilde sürece dahil oldu. Bir tür “Tamam, Magic'i aldık” durumu oldu. Bu gerçekten önemliydi. Bu konuda çok çekingen davranan Jordan ve gerçekten sakat ve yaşlanmış olan Bird, durumunu bilmediğimiz diğer iki ana oyuncuydu. Ama bence Magic, Rüya Takım fikrine gerçekten çok fazla meşruiyet kazandıran ilk oyuncu oldu.

DALY İLE JORDAN GOLFTE BULUŞTU
 
- Michael Jordan’sız bir takıma gerçekten rüya takım denilemezdi herhalde. Onu Olimpiyatlar’da oynamaya kim ikna etti?
 
- Jordan'a ne yapması gerektiğini söyleyemezsin! Michael sezon arasında kafasına koyduğunu yapar. Sanırım şöyle oldu: Birtakım oyuncular bu işe dahil olmaya başladı. Mesela Magic orada olacaktı. Bu işe meşruiyet katacaktı. Chuck Daly, Detroit ile aralarındaki rekabete rağmen, bu takıma koçluk yapacaktı. Hatta Chuck, Jordan’la golf oynayacaktı. Chuck Daly de bir golfçüydü. O ve Michael, eminim her izin gününde dışarı çıkmaktan bahsetmişlerdir. Tabii ki  henüz Michael'ın her gün oynayacağını bilmiyorlardı, ama o Michael'dı! Michael ne derse desin, Isaiah Thomas'ı takıma
almayacaklarını öğrendiğinde, yavaş yavaş ikna oldu ve altın madalya kazanabilecekleri bir deneyim olacağını anladı. Bence tüm bu faktörlerle takım kademeli olarak bir araya geldi.
 
- Bulls'un en zorlu rakibi Detroit Pistons'ta neredeyse on yıl koçluk yapmış olmasına rağmen, Chuck Daly başantrenör olarak ideal seçim gibi görünüyordu. O yaz tüm bu egolarla nasıl başa çıktı?
 
- Bu, Chuck'ın güçlü yönlerinden biriydi. Chuck, X'ler ve O'lar ile disiplinli bir koç arasında bir noktadaydı. Aslında, çok iyi koçluk yapabilecek başkaları da vardı. Mesela Pat Riley, Chuck'tan daha fazla şampiyonluk kazanmıştı. Ama o zamanlar Pat, katı ve dediğim dedikçi tipte biri gibi görülüyordu. Don Nelson bir başka adaydı. O da çılgındı, garip şeyler yapmaya biraz fazla eğilimliydi. Garip savunmalar yaptırırdı.
 
Chuck ise bizim burada basketbola kendini adamış dediğimiz türden bir kişiydi. Lise koçluğu, kolej koçluğu yapmıştı, gerektiğinde spor salonu bile
süpürmüştü. Bir şekilde o seviyeye çıkmasına rağmen, şöhretli bir koç değildi. Yine de tarz sahibiydi, oyuncular da bunu seviyordu. Gerektiğinde sert bir koç da olabiliyordu. Ama temelde Michael Jordan, Magic Johnson ve Larry Bird'e ne yapmalarını söyleyemeyeceğini biliyordu.
 
Saçma sapan kurallar koymayacaktı ve “Perşembe günü sabah 09.00'dan öğlene kadar çalışıyoruz ve bu iş böyle gidiyor” demeyecekti. Gerçekten de, dediğiniz gibi, ideal bir koç olduğu ortaya çıktı.
 
- 22 Haziran'da San Diego’daki ilk antrenmanda siz de izlediniz sanırım. İlk antrenmanlarda takımdaki ruh hâli nasıldı?

 
- Şu anki NBA ile o zamanki arasında gerçek farklardan birinin bu olduğunu düşünüyorum. Mesela LeBron nesli küçük yaştan itibaren birbirlerine karşı oynayarak büyüdü. LeBron, Durant, Westbrook ve diğer tüm önemli oyuncular, 10, 11 yaşlarından beri birbirlerini tanıyorlardı, hep birbirlerine karşı oynadılar. Rüya Takım nesliyse böyle büyümedi. Scottie ve Michael aynı takımdandı, Karl ve John da aynı takımdan gelmişti. Ama bunun dışında, birbirleriyle pek takılmazlardı. Gerçekten birbirlerini tanımıyorlardı.
 
Mesela bir örnek: David Robinson. Başka bir gezegenden gelmiş gibiydi. Larry Bird ve Michael, David Robinson'la takılmazdı. Hatta Magic ve Larry gibi NBA’i kurtarmış iki adam bile öyleydi. Birlikte reklamda oynamışlardı; ama arkadaş gibi takılmazlardı. Sezon dışında beraber bir şey yapmazlardı. Yani önce birbirini tanıma, takımın dinamiğini tam olarak anlama dönemi oldu.
 
Sanırım bu da şaşırtıcı değil. Yeni bir araya gelen her türlü takımda buna rastlarsınız. Sırf bu adamlar bir süperstarlar liginin süper yıldızları oldukları
için, bir uyum dönemi geçirmedikleri anlamına gelmez. Bence kısa ama çok kesin bir uyum dönemi oldu.


 
SAHA İÇİNDE JORDAN SAHA DIŞINDA MAGIC

- Birbirlerine gerçekten ne zaman yakınlaşmaya başladılar? Acaba Avrupa'da mı?

 
- Hayır, sanırım San Diego'dan ayrılmadan önceydi. O bu kolej All-Stars grubuyla yaptıkları hazırlık maçından sonra oldu asıl kaynaşma. Grant Hill, Bobby Hurley, Chris Webber ve Eric Montrose o takımdaydı. İnsanların şunu unutuyor: Eğer Leattner'ı da ekleseydiniz, bu bizim Olimpiyat takımımız olacaktı. Gayet iyilerdi yani. Altın madalyayı kazanabilirler miydi? Kesinlikle mümkündü. O takım geldi ve Rüya Takımı çift potada mağlup etti. Bence bunun bir sürü sebebi vardı.
 
Ama bence bu yenilgi takımı da uyandırdı. Bu bir numaralı sebepti. İki numaralı sebepse, bence takımdaki liderlik meselesini halletmeleri gerekiyordu. Chuck Daly bu konuda çok belirleyici oldu. Michael Jordan'a dedi ki, “Bak, hepimiz biliyoruz ki bu şehrin prensi sensin. Lider de sen olacaksın.” Ama Jordan, “Bütün bu törensel şeyleri yapmak istemiyorum. Bunu Magic ve Larry'ye bırakın” dedi. Sonra Magic ve Larry'ye gittiler. Larry de, “Ben böyle şeyler yapmak istemiyorum. Magic'e bırakın” dedi. Sonuçta iki kaptan çıktı: Diplomasiyi ve saha dışındaki halkla ilişkiler işlerini halletmeleri için Magic. İş sahaya geldiğinde de Michael.
 
Bence kariyerinin o noktasında, Bulls'un ve NBA'in olduğu noktada, Michael'ın takımın motoru olduğu ve Magic'in bir tür tören adamı olduğu konusunda karara varmak kolaydı ve bu yöntem çok iyi çalıştı.
 
- Amerika kıtası Olimpiyat elemeleri sırasında Portland'da onları ilk kez sahada izlediniz. Acaba Olimpiyatlar’da hiç maç kaybedeceklerini veya zorluk çekeceklerini düşünmüş müydünüz?
 
- Takım ilk seçildiğinde benim için kısa cevap şuydu: Evet. Senaryo belliydi. Kurallar onlara küçük tuzaklar kuracak. Bir kere maçlar 40 dakika. Şutları kaçırmaya başlıyorlar. Yakın bir maç oluyor. 37 dakika geçtiğinde bir NBA maçındaki gibi 11 dakika yerine üç dakika kalıyor maçın bitimine. Rakip alan savunmasına geçiyor. Dream Team, topu kime vereceğini bir türlü bulamıyor. Michael içeri turnikeye giriyor, ama boyalı alan kalabalık. Yani, kaybedebilecekleri bir senaryo. İşte bu yüzden Chris Mullin'i tüm bu yıldızlarla süslü takıma aldılar. Chris, o şutlara ihtiyaçları olduğu için seçilen ilk beş kişiden biriydi.
 
Doğru, Larry Bird harika bir şutördü. Ama başka hiç kimse çok iyi dış şutör değildi. Michael'ı öyle düşünmezdik. Pippen'ı öyle düşünmezdik. Bu Charles'ın da oyun tarzı değildi. Bu Stockton'ın oyunu da değildi. Chris Mullin'in oyunuydu. Ancak Portland'daki Olimpiyat elemelerinde onları sahada ilk kez birlikte gördük ve bu düşünceden çabucak vazgeçtik. Ben kaybedeceklerini düşünmemiştim; ama diğer takımlara karşı gerçek bir çekişme olurdu. Oradaki Küba, bir Sırbistan veya Litvanya değildi; fakat yine de onlara karşı nasıl oynadıklarını gördük. Portland'dan sonra da kaybedeceklerini düşünen bir kişi bile kaldığını sanmıyorum.


 
SIRADAN KİŞİLER İÇİN MİSTİK BİR ŞEYDİ!
 
- Olimpiyatlar sırasında gördük ki Dream Team ile dünyanın geri kalanı arasında büyük bir fark var. Üstünlükleri neredeydi tam olarak? Yetenek açısından mı, fiziksel açıdan mı üstünlük kurdular?

 
- İlginç bir konu. Sanırım kolay yanıt ‘yetenek açısından’ demek olurdu. Artık 2022’deyiz ve hâlâ o takımdan bahsediyoruz. Bugün herkes daha iyi. Basketbol gelişti. Ama bu takım, tarihin o noktasında hâlâ inanılmaz bir takım gibi duruyor. Hâlâ ölümsüz kabul edilen üç, dört veya beş oyuncu var. Kariyerinin zirvesinde olan şu üç oyuncuya sahiplerdi: Jordan, Pippen, Barkley.
 
Michael’dan hâlâ gelmiş geçmiş en iyi oyuncu olarak bahsediyoruz. Sonra Magic ile deneyime sahiplerdi. Sonra David ve Patrick ile iki büyük pivotları vardı. Şutörleri vardı. Sonra Drexler gibi harika bir atlet vardı. Yani, sorunuzun ilk cevabı, evet, o zamanlar herkesten çok daha iyiydiler.
 
Ama daha sonra kitabım için araştırma yaparken değerlendirmeye başladığımda, Nowitzki, Ginobili ve Tony Parker gibi adamlar o zaman çocuktu. Rüya Takım’ı izlediklerinde şöyle diyorlardı: “Bu sihirli bir formül değil. Anlamadığımız şeyleri izlemiyoruz. Perdeden geçiyorlar, box-out ediyorlar, boş adamı buluyorlar, kat ediyorlar, perde yapıyorlar. Bizim yaptığımız tüm bu işleri yapıyorlar. Yani, biz de oraya gidebiliriz. Ama etrafımızdaki kişiler gelişmedikçe o seviyeye ulaşamayız.”
 
Kısacası bu oyun sıradan kişilere mistik bir şey gibi görünmüş olabilir; ama gerçek oyuncular şunu anlamıştı: “Ah, bu aynı oyun. Sadece bu adamlar bizim sahip olduğumuz seviyenin çok ötesinde bir seviyede uyguluyorlar. Biz de bunu yapabiliriz. Sadece biraz zaman alacak.” Muhtemelen Hido
Türkoğlu da onlara bakıp aynı şeyi düşünmüş olabilir. “Fiziksel olarak yapabilirim, ben de böyle bir adamım. O seviyeye gelebilirim ya da kesinlikle oraya yaklaşabilirim.”
 
- Fakat dünyanın geri kalanı sonraki 10-15 yılda oldukça hızlı bir şekilde ABD'ye yetişti. 2000’lerde diğer ülkeler bir Olimpiyat ve iki dünya şampiyonluğu kazandı. Bu kadar çabuk yetişmelerine şaşırdınız mı?
 
- Bunun kısa cevabı evet. Avrupa basketbolunu muhtemelen olması gerektiği kadar yakından incelemedim. Ama kademeli olarak bunu görebiliyordunuz. 1996'da ABD bir kez daha herkesi ezdi Sonra 2000, Sidney'de birkaç yakın maç oynadılar. 2004'teyse ABD kıçına tekmeyi yedi. Sanırım herkesin unuttuğu diğer bir şey de Amerikan basketbolunun durumuydu. Bir duraklamaya girmişti.
 
Michael bırakmıştı, Larry ve Magic çoktan emekli olmuştu. 2004’e kadar hemen hemen herkes bırakmıştı. 1996 takımında Shaq ve Kemp vardı. Ama onlarda “Bu noktaya gelmek için canımızı dişimize kattık” gibi bir hava yoktu. 1992 Rüya Takımı için, ne kadar çok para kazanırlarsa kazansınlar ve ne kadar ünlü olurlarsa olsunlar mesele basketbolla ilgiliydi. Sonra işler iyi gitmedi.
 
Henüz Steph Curry dönemindeki üç sayı devrimi de başlamamıştı. Fiziksel savunma üzerine vurgu vardı ve oyun pek iyi değildi açıkçası. Hatta Dirk, Ginobili ve Parker gibi Avrupalılar oyunu Amerikalılardan daha iyi icra ediyordu. Tüm bu faktörleri bir araya getirince sonuç bir sürpriz değildi. Ama yine da 2004 Atina’nın açılış maçında Porto Riko'nun ABD'nin kıçına tekmeyi vurması beni şaşırtmadı mı derseniz. Evet, biraz şaşırttı.
 
Yanlış seçilmiş bir takımdı. Yanlış bir koçumuz vardı. Yanlış şekilde oynadık. Ve dünyanın geri kalanı bizi yakalıyordu. Geriye dönüp bakınca, bu bir
sürpriz değil gibi geliyor, fakat o zamanlar kesinlikle öyleydi.
 
YILDIZLARI İZLEMEYE GELDİLER
 
- 1992’de ilk birkaç maçta her rakibi ezdikleri için siz taraftar ilgisinde bir düşüş bekliyordunuz. Halbuki her maçtan sonra sonuç tersi oldu. Bunun sebebi neydi?

 
- Başka bir şey oldu. Olimpiyatlar’daki diğer insanların bundan hoşlanmadığını da biliyorum. Buna karşı bir tepki vardı çünkü. Esasen Olimpiyatlar benim için bir seyirci olarak her zaman rekabetle ilgiliydi. 400 metre engelliyi yarışı yakın biterdi mesela. Jimnastik yarım puan farkla sonuçlanırdı. Yüzmede iş Michael Phelps'in dokunuşuna kalırdı.
 
Orada başka bir şey oldu. Çekişmeyle ilgili değildi bu. Yıldızlarla ilgiliydi. Rüya Takım’ın maçlarına sanki bir ‘Hamlet’ temsiline gider gibi gidiyordunuz. Hikâyenin sonunu biliyordunuz; daha önce izlemiştiniz. Ama şimdi mesele Laurence Olivier'in bunu nasıl uygulayacağıydı. Çarşamba gecesi yaptığından farklı nasıl oynayacak. Benim gibi gazeteciler için Rüya Takım maçlarına ilgi açıkça azaldı. Ama genel seyirci için büyüyerek devam etti.
 
Oynadıkları dördüncü maçta otobüslerinin etrafında ilk karşılaşmadaki kadar insan vardı. Sanki her maç bir Hollywood galası gibiydi. Bir şeyi kusursuz bir şekilde hayata geçirmekle ilgileniyorsanız, o zaman gerçekten istediğiniz şey o Rüya Takım’dı. “55 farkla kazanmalarına rağmen burada ne yaptıklarını görebiliyorum” demek gibiydi.


 
KİMSE JORDAN'DAN DA PIPPEN'DAN DA BARKLEY'DEN DAHA İYİ DEĞİLDİ!
 
- Bugün, 1992 Rüya Takım’ı hâlâ herhangi bir takım sporunda oluşturulmuş en büyük takım olarak görüyor musunuz?

 
- Görüyorum. Daha önce söylediğim bakış açısıyla, tam olarak doğru zamanda, doğru yerde bulunan eşsiz oyunculara sahipti bu takım. Üç ya da dördü kariyerlerinin zirvesinde, kimsenin daha iyi olmadığı bir noktadaydı. Mesela kimse Michael'dan daha iyi değildi. Michael'ın haricinde kimse Charles Barkley'den daha iyi değildi ve o ikisi dışında hiç kimse o sırada Scottie Pippen'den daha iyi değildi. İki mükemmel pivotları vardı. Takım kimyası için deneyimli Magic ve Larry vardı. Ve geri kalanların her biri de yıldız olan Mullin ve Drexler gibi adamlardı. Dolayısıyla, onları takip eden takımların bu tür bir demografik mükemmelliğe erişebileceğini sanmıyorum.


 
RÜYA TAKIM’IN MİRASI
 
- Son olarak Rüya Takım’ın dünya basketboluna etkisi hakkında ne söylersiniz?
 
- Bence Rüya Takım’ın etkisi sadece bir kişinin, eski FIBA genel sekreteri Borislav Stankovic’in önceden gördüğü bir şeydi. Stankovic ABD’ye ilk kez 1970'lerde geldi. Avrupa basketbolu o zamanlar çok gerideydi. Stankovic üç maç izledi ve “Bu farklı bir oyun” dedi. Avrupa'daki robotik pivotların aksine Bill Walton’u gördü. Ancak ondan başka kimse bunu duymak istemiyordu.
 
1980’lerin başlarında, Stankovic, David Stern ile ilk tanıştığında NBA kendi sorunlarıyla boğuşuyordu. Stern, Olimpiyatlar’da profesyonelleri oynatmayı pek düşünmüyordu. Sonunda her şey bir araya geldiğinde, bunun Amerikan basketbolunu pek değiştirdiğini düşünmüyorum.
 
Amerikalı çocuklar, Michael Jordan'ı zaten tanıyordu. Barkley'i zaten tanıyordu. Ama dünyanın geri kalanı bu oyunun her yaptığını izliyordu. Bunu söylediğim için Larry Bird beni öldürebilir ama basketbol basit bir oyun. Ancak bunu oynayabileceğiniz birçok farklı seviye var. Sonuç olarak, Rüya Takım dünyanın geri kalanı için oyunu değiştirdi. Kapalı gibi görünen, sadece cennetten çıkmış Michael Jordan gibilerin oynayabildiği bu sihirli kapıyı açtılar. Gerçek böyle değildi. Herkes bu oyunu oynayabilir, herkes o seviyeye gelebilirdi. Sadece özveri ve sıkı çalışma gerekiyordu. Bunun da Rüya Takım’ın mirası olduğunu düşünüyorum.
 
 

 
RÜYA TAKIM İSMİ TESADÜFEN BULUNDU

- Dream Team'deki ilk hikâyenizi 18 Şubat 1991'deki Olimpiyatlardan çok önce yazdınız. Muhtemelen bu ismi, Dream Team'i yaratan kişi sizsiniz. Onlara ilk kez Rüya Takım demek kimin fikriydi?

 
- Sports Illustrated dergisinin 18 Şubat 1991'deki kapak konusu için bir yazı yazdım Yazının ilk paragrafında da ‘Rüya’ kelimesini iki kez kullandım: “Bu rüya gerçek olabilir mi?” ve “Kırmızı, Beyaz, Mavi Rüya”. Derginin kapak manşetleri yazılırken ben orada değildim. Kapak için küçük bir slogan bulmaya çalışıyorlar. Yüzlerce söz söyleniyor. Kim olduğunu hatırlamıyorum ama o sırada birisi, “Amerika'nın takımı. Bu bir rüya olabilir mi?” diyor. Sanat yönetmeni, “Ah evet, bu sığar” diye beğeniyor. Yani gerçekten şanslı bir tesadüfle çıktı o isim. Sports Illustrated'ın kapağında yer alınca sanki bir adları ve kimliği varmış gibi oldu takımın. Bu Rüya Takım’ın adının bir sebeple fenomen haline gelmesinde yalnızca kısmi bir payım var.


 
ÇOK ÖZEL BİR ŞEY OLDUĞUNU BİLİYORDUK
 
- 1992 yılında Haziran sonundan 8 Ağustos'taki Olimpiyat finaline kadar Rüya Takım’ı takip ettiniz. Önce ABD’de, sonra Avrupa'da onları bir gazeteci olarak izlemek nasıldı?

 
- San Diego'daki ilk antrenmana gittik. Kısa bir aradan sonra Portland'a gittik. Olimpiyatlar’dan tam önce de Monte Carlo'da kamp yapmaya gittiler. Bunu duyan babamın sözlerini hâlâ hatırlıyorum... “Basketbol idmanı için Monte Carlo'ya gitmek mi? Oraya sadece kumar oynamaya ve takılmaya
gidersin.”
 
Onları her yerde takip eden 6-7 gazeteciydik. USA Today’den Dave Dupree’yle Monte Carlo'dan Barselona'ya otomobille gittik. Tabii Kİ bu GPS'ten çok önceydi. Sadece haritamız vardı. Bence bir gazetecinin hayatında, bir şeyin ne kadar özel olduğunu fark ettiğiniz çok az zaman vardır. Ama en başından itibaren herkes çok özel bir şey gördüğümüzü biliyordu. Maçlar çok açık farklı geçtiği için sahada olanlar hakkında iki paragraf yazıp geçtim.
 
Bunun dışında Las Ramblas'taki Charles Barkley hakkında yazdım. Magic ile bir soru-cevap yapıp HIV ile nasıl başa çıktığını yazdım. Biraz daha geleceği görebilseydim, mesela Hırvatistan takımına bakardım, Kukoc'a bakardım. Bunun NBA'i nasıl değiştireceği hakkında daha çok hikâye yazardım.

YORUMLAR

  • 0 Yorum