İkon

Türk ve dünya basketbolunda derin izler bırakan büyük oyuncuları hatırlatmak istedik. Dr. J ve Magic Johnson'ın listenin en başında yer aldığı dosyamızda uçuk kaçık Dennis Rodman da var, aykırı yıldız Allen Iverson da, pota altı canavarı Shaquille O'Neal da... Yugoslav basketbolunun ölümsüz ismi Drazen Petrovic de var, gözü kara Bodiroga'da, Pire'nin Efendisi Vassilis Spanoulis de... Pegasus Harun Erdenay da var, Efe Aydan efsanesi de... Gelin milyonları peşinden sürükleyen büyük yıldızları tekrar hatırlayalım...



PEGASUS
HARUN ERDENAY


"Basketbolcu Harun Erdenay'ı iyi dripling yapan, birebir oynayan, şut atabilen, drive edebilen, her iki elini kullanabilen, hücum gücü yüksek, bire bir de durdurulması zor bir oyuncu olarak tanımlayabilirim..."

RÖPORTAJ: TOLGA YENİGÜN

Türk basketbol tarihinin en önemli ikonlarından, namıdiğer Pegasus Harun Erdenay, basketbolcu Harun Erdenay'ı anlattı. Her kuşak tarafından çok sevilen Erdenay ile başta Türk basketbolu olmak üzere parkelere imzasını bırakan yıldız oyuncuları konuştuk. Şimdi sözü döneminin en büyük yıldızlarından Harun Erdenay'a bırakalım...

- Bugün geriye dönüp bakınca basketbolcu Harun Erdenay'ı nasıl anlatırsınız?

- İlk kez basketbolcu Harun Erdenay'ı kendi sözlerimle anlatıyorum. Kendimi dışarıdan seyrettiğimde basketbolcu Harun Erdenay'ı, iyi dripling yapan, birebir oynayan, şut atabilen, drive edebilen, her iki elini kullanabilen, hücum gücü yüksek, bire birde de durdurulması zor bir oyuncu olarak tanımlayabilirim. Kendimi dışarıdan bakarak bu şekilde özetleyebilirim.

BABAMDAN 'TAHRİK' TOKATI YEDİM

- Babanız Kemal Erdenay'ın kariyerinizde etkisi nasıl oldu? İTÜ'de iyi oynamadığınız maçta çok anlatılan bir tokat konusu var. O an neler hissettiniz?


- Babamın bana tokat attığı maç çok anlatılır... Bazı karşılaşmalarda hırslanmazdım, özellikle rakibin beni tahrik ettiği maçlarda daha fazla hırs yapardım. O mücadelede de çok yavaş oynuyordum. Babam da bana 'Niye oynamıyorsun?' dedi. Ben de 'Beni tahrik edecek bir şey yok' dedim. O da çat diye bir tokat atarak, 'Al sana tahrik' dedi gülerek. Salon da çok sessiz olduğu için çat diye bir ses çok net duyuldu. Ben de çıkıp tabii ki o tokata sinirlenerek daha sert bir performans sergilemiştim.

- Uzun yıllar Türk basketboluna sporcu ve daha sonra yönetici olarak hizmet ettiniz. Hangi tarafta olmak daha zor. Avantajları, dezavantajları...

- Sporculuk mu yoksa yöneticilik mi daha zor? Ben 2006 yılında basketbolu bırakır bırakmaz A Milli Takım menajeri olmuştum. O sene Dünya Şampiyonası için hazırlanıyorduk ve milli takım kampı toplanmıştı. Hakikaten ilk defa dışarıda kalmak, o ağır antrenmanları, kampları seyretmek yöneticiliğin çok daha kolay olduğunu bana düşündürmüştü. Yıllar geçtikçe yöneticilikteki sorumluluk arttıkça sporculuğun daha kolay olduğu düşünülüyor. Ama bana kalırsa ikisinin de hem keyifli hem de zor yönleri var diyebilirim.

GEREKİRSE OYUN DA KURARIM!

- 2001 Avrupa Şampiyonası'nda mecburen oyun kurucu oynadınız. Kariyerinizde hep oyun kurucu oynasanız nasıl bir sonuç çıkardı ortaya?


- Evet 2001 Avrupa Şampiyonası'nda oyun kurucu oynadım. Orhun Ene sakatlanmıştı. Orhun İspanya karşısında da güzel bir performans sergilemişti. İstanbul'a geldiğimizde de Kerem Tunçeri takımdaki tek oyun kurucuydu. Aydın Ağabey (Örs) ve Çetin Ağabey (Yılmaz) benimle bir toplantı yaparak, çeyrek final olası yarı final ve final maçlarında oyun kurucu guard olarak oynayabileceğimi söylemişlerdi.

Benim için o maçlarda point guard oynamak da çok zor olmadı. Gerçi hayat boyu oynamadığım bir pozisyondu ama üstesinden gelebilmiştim. Çok da keyifli bir turnuvaydı bizim için.



- Her kuşak tarafından sevilmenizi neye bağlıyorsunuz?

- Her kuşak tarafından sevilmek tabii ki keyif verici. Birçok kuşak beni seyretti, sonuçta Erman Ağabey'in (Kunter) ve Efe Ağabey'in (Aydan) başladığı dönemde, daha sonra benim jenerasyonumda son olarak da İbrahim Kutluay, Hidayet Türkoğlu ve Kerem Tunçeri gibi gençlerle 3 jenerasyonda basketbol oynadım. Sonuçta her zaman sahada efendi olmaya çalıştım. Gerek rakip, gerek hakemler, gerekse takım arkadaşlarıma karşı aşırıya kaçacak, terbiyesizliğe yol açacak hareketlerden kaçındım sporculuğum boyunca... Yani maça odaklandım, oyuna odaklandım. Bazı aleyhte tezahüratlarda da seyirci ile de hiçbir zaman uğraşan bir sporcu değildim.

PEGASUS'A BAŞLARDA ALIŞAMADIM

- Rahmetli İsmet Badem'in Pegasus lakabı için siz ne düşünüyorsunuz, bu lakabın ilk çıkışı nasıl oldu? İsmet Ağabey ile bu konuyu konuştunuz mu?


- Rahmetli İsmet Ağabey (Badem) bir döneme yorumcu olarak, gazeteci olarak, dergi çıkartan biri olarak damgasını vurmuştu. Basketbolun 90'lı yıllarda sevilmesini sağlayan en önemli simalardan bir tanesiydi. O neşeli anlatımıyla bana da Pegasus lakabını takmıştı. Başlarda ben çok alışamamıştım; ama sonra benim de hoşuma gitti ve daha sonraki yıllarda zaman zaman bu lakabın muhabbetini İsmet Ağabey ile yapmıştık.

- Geriye dönüp baktığınızda Türk basketbolunda ikon olarak gördüğünüz isimler kimlerdi?

- Türk basketbolunda birçok ikon olmuştur. Geçmişe baktığımızda ilk akla gelenler -unuttuklarım da olabilir- Rahmetli Batur Abi, Aydan Siyavuş antrenör olarak. Oyuncu olarak ise Erman (Kunter) Abi, Efe (Aydan) Abi, biraz daha eski dönemden Şengül Kaplanoğlu, babam Kemal Erdenay, Hüseyin Alp. Erdal Poyrazoğlu... Benden önce olan bu isimler için söylüyorum. Her zaman basketbola bir ikon olmuş çok büyük isimlerdir. Yalçın Granit'i de unutmamak lazım.

- NBA ihtimaliniz oldu. Niye gitmediniz ya da gidemediniz?

- NBA teklifi erken geldi bana; 1993 yılında geldi. Avrupa Şampiyonası sırasında Cleveland tarafından... NBA henüz dünyaya açılımını gerçekleştirememişti ve Avrupalı oyuncular gerçekten saygı görmüyordu. Oralarda Petrovic bile çok zorlanmıştı. Fenerbahçe ile de kontratım olduğu için, böyle zor bir durumda oraya gidip yedek kalmayı da çok göze almadığım için o zaman o teklifi geri çevirmiştim.

CEDİ OSMAN İKON OLUR

- Bugün ikon diyebileceğiniz herhangi bir Türk basketbolcu ismi söyleyebilir misiniz?


- Bugün oynayanlar arasında ikon olarak sayabileceğim isim Cedi Osman olur. Şu an faal oyuncular arasında Cedi, NBA'deki performansını yükselterek sürdürüyor. Cedi Osman kariyerine bu şekilde ilerlerse basketbol ikonlarımızdan birisi olacaktır diye düşünüyorum.

- Siz de babanızın yolundan giderek çocuklarınızın basketbolcu olmasını ister misiniz. Bu konuda bir baskınız var mı?

- Çocuklarımın basketbol oynamasını tabii ki isterim. Ama hiçbir zaman onlara basketbolcu olmaları için baskı yapmıyorum. Sporcu olmaları, beğendikleri sporu yapmaları benim için yeterli. Tabii ki basketbolcu olmak isterlerse onlara elimden gelen tüm yardımı yapar, tecrübelerimi de aktarırım.

TiPLEME
- En beğendiğiniz koç?

- Phil Jackson
- En beğendiğiniz oyuncu?
- Michael Jordan
- En iyi ilk 5'iniz?
- Oynadığım dönemden yapalım. Orhun, İbo, Mirsad, Hido, Memo
- En zorlu deplasman?
- Karşıyaka, Avrupa'da da Panathinaikos, Olympiakos
- Basketbolu nasıl anlatırsınız?
- Hayatımın en önemli parçalarından



EN İYİ
EFE AYDAN


“Aydan Siyavuş Galatasaray’a geldiğinde beni çok beğenmiş. İdarecilere, ‘Bu çocuğu Türkiye’nin en iyi basketbolcusu yaparım’ demiş... Galatasaray Yıldız Takımı antrenörüyken onunla başlayan birlikteliğimiz uzun yıllar farklı duraklarda devam etti...”

RÖPORTAJ: BERTAN ERMAN

Bana soracak olursanız, basketbol oynarken en çok sevdiğim şey smaç basmaktır. Ama 1.75 boyunda ve zıplama gücü yüksek olmayan biri olduğum, bu boya rağmen sokakta pota altında oynamayı sevdiğim, bir de 2008 yazında, sabahın bir köründe televizyonu açıp Kareem Abdul-Jabbar’ı basketine bakakalıp bu oyunu çok sevdiğim için klasik sky hook atışını sıklıkla kullanırım. Şimdi çok tercih edilen bir atış değil. Ama döneminde çok etkili bir atıştı. Şimdi de etkili olur; o ayrı konu ama Türkiye’de solak ve sky hook atabilen bir efsane var. Bahsettiğim isim Efe Aydan’dan başkası değil.

Kendisi ile yüz yüze görüşmek isterdim. Ancak pandemi döneminde ben İstanbul’da, Efe Ağabey ise İzmir’de. O yüzden bu röportajım da telefonda oldu. Merak ettiğim kariyerlerden biri. Çünkü futboldan basketbola bir geçiş var. Ankara’da doğup büyüyen ve daha sonra lise için İstanbul’a gelen; lise ikinci sınıfa kadar basketbol ile alakası olmayan Efe Aydan, iyi bir kaleciyken basketbol efsanesi olma yolunda ilk adımını Galatasaray’da atsa da, genç takımda oynadığı zaman İzmir Körfezi’nin kuzeyine geçip profesyonel kariyerine Karşıyaka’da başladı.

Tabii ki Efe Aydan’ın basketboldaki çıkışındaki en önemli isim, daha sonra Karşıyaka’nın 1. Lig’e çıkışında ve daha sonra birlikte Eczacıbaşı’na giderek basketbolda kurulacak hanedanlıkta başantrenör olan Aydan Siyavuş’tan başkası değil...

“Aydan Siyavuş Galatasaray’a geldi. Galatasaray’da beni çok beğenmiş, (Anladığım kadarıyla boyumu) benim için idarecilere, ‘Bu çocuğu Türkiye’nin en iyi basketbolcusu yaparım’ deyip, Galatasaray’da yıldız takım antrenörü olarak bizimle başladı. Bir sene sonra genç takımda Aydan Ağabey ile beraber olduk. Sonra Karşıyaka’ya geçtik. 2 sene sonra Eczacıbaşı’nda 7 sene beraber olduk. Daha sonra Fenerbahçe’de beraberdik; ama yarım sezon kaldı. Onun ardından A Milli Takım’da hep beraber olduk.”

KARŞIYAKA BİR EKOL...

Efe Aydan’ın çıkış noktası olan Karşıyaka’nın basketbolda nasıl bir marka olduğunu Türkiye biliyor. Gerek basketbolda gerekse sosyolojik ve tarihsel açıdan baktığınızda İzmir de ayrı bir şehir gibi; boşuna 35½ denilmeyen Karşıyaka’nın parkelerde lokomotif olmasının temelinde de Aydan Siyavuş ve aralarında Efe Aydan’ın da bulunduğu 2. Lig’den 1. Lig’e çıkan takımın olduğunu söyleyebiliriz.

Efe Ağabey de, Karşıyaka’nın çok özel bir kulüp olduğunu ve oradaki dönemini şu şekilde anlattı: “Karşıyaka gerçekten çok özel bir kulüp. O zamanlarda da öyleydi ve uzun yıllar sonra benim de kadrosunda olduğum takımla Karşıyaka’yı 1. Lig’e çıkardık. O günden bugüne Karşıyaka 1. Lig’de. 1973-1974 sezonunda çıkardık. 2 şampiyonlukları var. Biri Nadir Vekiloğlu döneminde. Diğeri de Ufuk Sarıca ile...

Karşıyaka bir ekol. Yani Karşıyaka gerçekten basketbola her zaman altyapılardan çok değerli oyuncular çıkarmıştır. Hüseyin Beşok, Faruk Beşok, Nihat Mala, Cihangir Başaran gibi… Bu isimler uzun yıllar A Milli Takım’da görev yapmış oyuncular. Benim zamanımda da, ben Karşıyaka’da özel bir sporcu olarak, Aydan Ağabey tarafından yetiştiriliyordum.

18 yaşında A takımda ilk 5 başladım. 2. Lig de olsa, her gence nasip olmaz. O yıllar Karşıyaka altyapısında Atakan Karakaplan antrenördü. Daha sonra Osman Savran, Şadi Olcay, Celal Arısan gibi oyuncular da o dönemde Karşıyaka’dan yetişmişti.

ECZACIBAŞI TÜRKİYE’DE BİR İLKTİ

Aydan Siyavuş-Efe Aydan ikilisi, 1975-1976 sezonunda Karşıyaka’dan Eczacıbaşı’na geçti. Efsane isimlerin sık sık andığı Eczacıbaşı’nın neden farklı olduğunu bir de Efe Ağabey’den dinleyelim...

“Eczacıbaşı, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirdi. Hiçbir kulübün spor salonu yoktu. İstanbul’daki takımlar, her ayın başında Spor ve Sergi Sarayı’na giderler. Bütün kulüp idarecileri, altyapılar vs. O salonda toplantı yapılır. Antrenman saati kapmak için de neredeyse gırtlak gırtlağa girerlerdi.

İnsanlar haftada 2-3 gün antrenman yapabiliyorlardı. O zamanlar 3 günden fazla antrenman yapan A takım hatırlamıyorum. Biz Eczacıbaşı’nda haftanın her günü antrenman yapabilirdik. Kendimize özel salonumuz vardı. Kondisyon merkezimiz vardı. Türkiye’de bir ilkti bu.

Sabah kondisyon yapıp akşam basketbol antrenmanından çıkardık. Eczacıbaşı’nda profesyonel sporcular olarak hazırlık yapardık ve bunun meyvelerini çok kolay elde ettik. Ben 7 yıl Eczacıbaşı’nda oynadım, 6 kez Türkiye şampiyonu olduk.”

Benim merak ettiğim konulardan biri de, 1976-1978 ve 1980-1982 yılları içinde üçleme yapan Eczacıbaşı’nın 1978-1979 sezonunda şampiyonluğu Efes’e nasıl kaptırıp üst üste 7 şampiyonluk gibi inanılması güç bir işe imza atamamış olmasıdır. Eczacıbaşı’nın normal sezonu lider tamamlamasına karşın Final Grubu’nda ikili averaj ile Efes’in gerisinde kalmasını sordum ve Efe Ağabey de Karşıyaka’da kaybedilen deplasman maçının buna neden olduğunu söyledi. Bakın nasıl?

“O da bizim hatamız. Karşıyaka ile deplasman maçını pazar günü saat 18.00 gibi oynadık. Karşıyaka’da Ernest Coffey diye bir oyuncu vardı. Potayı kırdı, maç ertelenecek gibi oldu. Ertelendi, ertelenmedi derken saat 19.00’da başladı. Tabii ki soğuduk. Konsantrasyonumuz bozuldu. Kötü oynadık. Karşıyaka bizi yendi ve averajla Efes şampiyon oldu. Daha sonra Efes, Eczacıbaşı’ndan örnek alarak yatırımlarını yapan ve sonra başarıları çok daha ileriye götüren bir kulüp oldu.”



ABDUL-JABBAR VE EFE AYDAN

Sonra laf lafı açtı. Türkiye’de genç oyuncuların aldığı süreleri, pivotların durumunu konuştuk. Öğrendiğim çok şey oldu ve bakacağınız zaman, Efe Aydan ile birçok konuda hemfikir olduğumuzu göreceksiniz.

Tabii ki dünyada 1970’li ve 1980’li yıllarda pivot denince akla gelen ilk isim şüphesiz Kareem Abdul-Jabbar’dır. Efe Ağabey’in Bucks ve Lakers’ta forma giymiş NBA efsanesi ile olan anıları da beni günümüzden aldı, 1970’lere ışınladı. Bakın; Türk basketbolseverlerin, hook shot denince akla gelen ilk isimlerin arasında neler geçmiş?

“Sky hook çok sevdiğim bir atıştı. Çok kullanırdım. Bunu Kareem Abdul-Jabbar çok kullanırdı hakikaten. Hem sağdan hem soldan atardı. Ben solak olduğum için solumdan hook atabiliyordum. İyi de skor üretebiliyordum. Kareem Abdul-Jabbar’ın yanındayken, o salona gelen antrenörlere bilgi verdi. Biz de onun gösterdiklerini yapmak için, sahada onun yanında durduk. İnsan heyecanlanıyor tabii ki. Büyük bir yıldız yanında olduğu zaman heyecanlanıyor.

Magic Johnson da bir takım kurup Türkiye’ye gelmişti sonra. Onunla tanıştırdılar beni. O zaman da çok heyecanlanmıştım. NBA’in en büyük oyuncuları yani. Geri dönecek olursak, ben solağım ya, Kareem Abdul-Jabbar müdafaada bir pozisyon sordu; onu gösterecek. Ben şimdi pivot yapıyorum. “Müdafaada şöyle yapacaksın” dedi, ben de sol taraftan jam shot'ı atınca şaşırdı. “Ama bir dakika, solak bu. Söylemediniz; sayılmaz bu” dedi. Ondan sonra topu aldı, sokuverdi müdafaada. Orada bir pivotun nasıl davranması gerektiğini, atış yapmasını anlatmıştı antrenörlere. Biz de onunla sahada bulunmuştuk.

FENERBAHÇE’NİN SEYİRCİSİ BENİ ETKİLEDİ

“4 sezon orada oynadım. 3 sene kaptanlık yaptım. Fenerbahçe’deki günler çok güzel günlerdi. Şampiyonluk açısından başarılı olamadık; ama takım arkadaşlığı çok iyiydi. Necdet (Ronabar), Aliço (Ali Limoncuoğlu), Hakan (Artış), ben, Cengiz (Kayatürk)… İyi bir hava oldu. Fakat ne derler, bir türlü sonunu getiremedik. Hep bir yerlerde kırıldık.

Bir sezon iyi giderken şampiyonluğumuzu Eczacıbaşı engelledi. Bursa’daki final maçlarında yenilince, şampiyonluğu averajla Efes’e kaptırdık. Sonra Galatasaray’a play-off finalinde kaybettik. İyi bir takımdık o zaman ama beni en çok etkileyen seyirciydi. Neden dersen, ben Eczacıbaşı’nda 7 sene hep Beşiktaş seyircisine karşı mücadele ettim. Kendi adıma konuşmam çok yanlış olur; ettik. Beşiktaş seyircisi Eczacıbaşı’nın rakibiydi. Fenerbahçe’nin, Galatasaray’ın da seyircisi vardı, Eczacıbaşı’nın seyircisi çok sonradan oluştu. O zamanlar
fabrikadaki çalışanlar maçlara geliyordu. Rakip taraftarlar, “Hapçı Eczacı” diye bağırırlardı.

Fenerbahçe’ye geçince, bizi destekleyen bir güruh oldu. Tabii ki iddialı olunca, bir de Ali Şen gibi bir başkan var, şampiyonluk kovalamaya başlayınca, çok fazla seyirci maçlara gelmeye başladı. İşin enteresan tarafı da şu; ben Tofaş’a geçince Fenerbahçe’nin finalde rakibiydim ve seriyi 3-2 kaybettik. Fenerbahçe ilk şampiyonluğunu serinin son maçında, Antalya’da kazandı. Tofaş olarak Fener’e karşı kupayı kaybettik.”

Tabii ki, 1991 yılındaki bu final serisi, Türk basketbolunun unutulmazlarından bir tanesidir. Bir de o süreci Efe Ağabey’den dinleyelim.

“Fenerbahçe’de Levent Topsakal, Larry Richard, Hüsnü Çakırgil var; dönemin en iyi oyuncularıydı. Bizde de, benimle birlikte Pete Williams, Tolga Öngören, Cihangir Başaran
gibi isimler vardı. Biz Tofaş olarak o seneyi çok iyi geçirdik. İstanbul’da hiç maç kaybetmedik ve finale kaldık. Bütün İstanbul takımlarını İstanbul’da hep yendik. Fakat finale kaldıktan sonra, basında herkes, “Fenerbahçe nasıl şampiyon olacak?” diye konuşuyordu. Herkes onları pohpohluyor. Bizde de Tofaş olarak, “Bunları niye bu kadar şişiriyorsunuz? Biz oyuncu değil miyiz?” diyoruz.

Fenerbahçe ilk maçta bizi Bursa’da yendi. Biz hiçbir şey yapamadık. Fenerbahçe her attığını soktu. İstanbul’a gittik. İstanbul Spor Sergi’de, Fenerbahçe sahayı çiçek yağmuruna tuttu. Bütün saha ayak bileğime kadar çiçek doldu. Salonun her yeri çiçekle doldu. Öyle bir çiçek yağmuru. Şampiyon olacaklar ya… 2-0 yapıp seriyi 3-0’la bitirecekler hani.

Derken biz o maçı 1 sayı farkla kazandık. Bunlar şoke oldu. Ondan sonra maçlar her yerde oynanırdı. İlk olarak Adana’ya gittik. Adana’da bunlar bize 34 sayı fark attı. Sonra gittik. Isparta’da oynayacağız. Aynı otelde kalıyoruz. Aliço ile sohbet ediyoruz. “Oğlum bak. Sana bir şey söyleyeceğim. Bu Fenerbahçeli basın sizi fazla şişiriyor. Yarın hiç şansınız yok. Yarın sizi yeneceğiz. Kupayı da ben size Antalya’da verebilirim” dedim. Aynen Aliço’ya bunu söyledim.

“Kupayı Fener belki Antalya’da alabilir” dedim. Aynen böyle dedim. Çok iyi hatırlıyorum. Biz çıktık bunları yendik mi? Maçın son saniyesi... Alper Mütevellioğlu; Allah rahmet eylesin. Çok kötü maç yönetirdi bizim aleyhimize. Salon da tıklım tıklım Fenerbahçeli doluydu. O salon dik bir salondu. Tavana kadar Fenerbahçe diye çınlıyordu salon. Biz Fener’i yendik. Ferhat Oktay vardı Fener’de. Ferhat ribaundu aldı; ama çemberin altından kaçırdı. Öyle bir şans olmaz yani.

Ondan sonra Antalya’ya gittik ve maalesef gücümüz yetmedi. 4 sene Fenerbahçe’de oyna, hiç şampiyon olama. Sonra Fenerbahçe’nin ilk şampiyonluğunda Fener’e rakip ol. Çok enteresan.”



TOFAŞ’A VERİLEN O SÖZ...

Peki, işin daha ilginç kısmı nedir dersiniz? Efe Aydan, 1990-1991 sezonu öncesinde Fenerbahçe’den teklif almış...

“Tofaş’ta oynuyordum. Fenerbahçe’den transfer teklifi geldi o sene. Ben de Antalya’da, Gençler Şampiyonası’ndayım sezon başında. Ben Tofaş ile anlaşmıştım. Söz vermişim kaldım diye. Fenerbahçe de Tofaş’tan aldığım parayı hemen veriyor bir sene için. Artı, prim de veriyorlar. O zaman başkan rahmetli Metin Aşık’tı. Özel bir çek verdiler. Bana böyle bir teklifle geldiler. Dedim ki, “Gelemem, söz verdim.” O zaman kontrat yok. Söz ağızdan çıkar. Her şey söz üstüne.

Kaptan Necdet Ronabar vardı Fenerbahçe’den eski takım arkadaşım. Usta derdi bana. Bana bir tokat attı, “Manyak mısın usta? Çek! Ne diyosun? Bak bu çek. Sen bunu bir yılda kazanacaksın. Peşinatı bu” diyor. Şu yanıtı verdim: “Olmaz oğlum. Ben sözümü vermişim; bitti.” Gitmedim Fener’e, sonra Fener’e karşı final oynadık.

Efe Aydan, 1970’lerde, 1980’lerde ve 1990’ların başlarında, çeşitli takımlarla göstermiş olduğu performanslarla Türk basketboluna damgasını vurmuş bir efsane. Umarım bir gün İzmir’de buluşur ve basketbolla ilgili daha çok konuşuruz.



İLK İDOL
JULIUS ERVING


“Dr J, zor şartlarda, Larry Bird ve Magic Johnson’dan önce, ABA kapandıktan sonra Philadelphia’ya geçtiğinde NBA’in yüzü oldu ve ünü çok çabuk yayıldı. Julius Erving’in ayakkabıları bile çok farklıydı. Onun bazı smaçları ve hareketlerinin benzerlerini hâlâ hiç kimsede göremedim. “

MURAT MURATHANOĞLU

Julius Erving, basketbolu bu kadar sevmemdeki ana nedenlerden biri. Belki de birincisi diyebilirim. Bugün oynuyor olsaydı, bugünün sosyal medyasıyla, internet siteleri ve bloglarda çok daha farklı ve büyük algılanabilirdi; ama onun da o dönemki sosyal medyasızlığı kendi lehine geliştirdiğini düşünüyorum.

Çünkü Massachusetts Üniversitesi’nden ABA’e gittiğinde -zaten NBA maçları doğru dürüst verilmiyordu- ABA maçları hiç verilmiyordu. Hatta Julius Erving oraya gitti diye, banttandı diye hatırlıyorum; ABA’de haftanın maçı diye bir maç veriyorlardı ve tabii ki her hafta Julius Erving’in maçı veriliyordu.

Olağanüstü bir sır perdesi vardı etrafında. Bir mit gibiydi. Rockers Park’ta bir efsane olmuştu. Ama Rockers Park’ı o civarda oturanlar izleyebildiği için kulaktan kulağa (o dönem hiçbir şey yok. Ne Instagtam vardı ne de Twitter) onun efsane hareketleri, basketleri ve smaçları yayılırdı.

Esasında daha hoş ve sağlıklı bir yayılma sistemi olarak düşünüyorum. Biz dört gözle onun maçlarını beklerdik. Hakikaten duyduklarımıza benzer bir şeyler yapacak mı? O zaman, yok kollarının ve parmaklarının uzunluğu, bir kuşun kanatları oranında diye havada uçuyor, süzülüyor havada daha uzun sürede kalıyor diye…

Julius Erving, zor şartlarda, Larry Bird ve Magic Johnson’dan önce, ABA kapandıktan sonra Philadelphia’ya geçtiğinde NBA’in yüzü oldu ve ünü çok çabuk yayıldı. Belki dünyada NBA maçlarını yayınlayan çok fazla ülke yoktu; ama Julius Erving; Dr. J Efsanesi, yavaş yavaş basketbola ilgi duyan ülkelere yayılmıştı.

Basketbolun globalleşmesi ve sevilmesinde, basketbolun dünya çapında yayılmasında bence ilk adım odur. Ondan sonra Magic-Bird ve Lakers-Celtics rekabeti geldi. Michael Jordan onlardan bayrağı devraldı. Jordan zirveydi ama Barkley, Karl Malone… Jordan’dan bu bayrağı Kobe devraldı; onun da yanında insanlar vardı. Shaq, Duncan… LeBron James de Kobe’den devraldı. Bu bayrak yarışının bence başlangıç noktası Julius Erving idi.

Şimdiki gençler, onun eski hareketlerini izlediği zaman, “Çok da şey değilmiş…” diyorlar; ama o zamanlar bunlar ilk defa görülüyor. Rocker Park’ta o yaşta isim yapmak, efsaneler varken çok büyük bir başarı.

O dönemin şartları bir kenara, doğru dürüst antrenman yapmıyorlardı. Lisedeyken potansiyeli görüyorlarsa, özel antrenör, beslenme, çabukluk kazandırma, psikoloji, şu bu derken, çok genç yaşta bir ekip kuruluyor ve çocuğu markalaştırmak, yüceltmek için çok çalışılıyor.

Julius Erving’in ayakkabıları bile çok farklıydı. Onun bazı smaçları ve hareketlerinin benzerlerini hâlâ hiç kimsede görmedim. Genel bir değerlendirme yaptığımız zaman, bazı şeylerden kaybediyor. Herhangi bir belgeseli yok. Herhangi bir konuda, ona mikrofon uzatılmıyor. Fikrini fazla söylemiyor. Biraz daha beyefendi bir yapısı var. Daha cool, uzaktan bakan… Her dakika bir şeyler söylese ve gündemde kalmayı başarsa, bugünün gençleri belki daha merak edip, araştırıp hareketlerini bulabilirlerdi.

Ama benim için çok özel. Bir keresinde Philadelphia Chicago’ya geldiğimde, arkadaşlarımdan biri Bulls’ta scout idi, “Çabuk; ne yapıyorsun? Julius Erving gelecek. İstiyorsan atla arabaya, gel, tanışırsın” demişti. Öyle de bir hikâyem vardı, kapanışı onunla yapalım...



SİHİR
MAGIC JOHNSON


"Bizim kuşak için ayrı bir önemi vardı Magic'in. Sadece bir ‘winner’değildi, spektakülerdi, sempatikti… O kocaman gülümsemesiyle her kapıyı açacakmış gibi dururdu. Biz Türkiye’de on binlerce kilometre ötede böyleyken bir de ABD’deki sporseverleri düşünün. Böyle iletişim dehası bir sporcunun ikon olmaması mümkün mü?"

ALP ULAGAY

1987 yılının ekim ayında Türkiye’de ilk kez NBA yayınları başlamıştı. Yanlış anlaşılmasın öyle naklen yayın falan yoktu. O zamanın tek yayıncısı TRT haftada bir maçı seçip uygun bir saatte banttan yayınlıyordu. 33 yıl önce sporsever bir çocuk veya bir genç için bulunmaz nimetti doğrusu.

NBA’i duyuyorduk, bazı dergilerde okuyorduk ama henüz hiç izleyememiştik. O kış aylarıyla beraber pırıltılı bir dünya açıldı önümüze. Bizim bildiğimiz basketboldan çok farklı bir oyun oynanıyordu NBA’de. Üstelik ortam da çok farklıydı. O koca koca salonlar, havalı seyirciler, maskotlar… Büyülenmiştik adeta. Bu büyülü dünyanın bir numaralı sihirbazı ise koca gülümsemesiyle sıradışı bir oyuncuydu: Magic Johnson.

Bir kere Magic ve takımı Los Angeles Lakers farklıydı. Oynadıkları hızlı hücuma dayalı basketbol, hem başarılı hem spektakülerdi. Kendi potalarından iki pasla rakip potaya giderler, üstelik bu hücumlar sıklıkla smaçla sona ererdi. Pasları veren de çoğunlukla Magic Johnson olurdu. Hem de ne paslar! Onun alameti farikası ‘no-look’ paslardı. O dönemki takım arkadaşlarının da anlattığı gibi eğer “gözünüzü bir an olsun Magic’ten ayırırsanız” topu suratınıza yerdiniz.

Lakers hem kazanıyor hem eğlendiriyordu. 1980’lere beş NBA şampiyonluğuyla damga vurdular. Özellikle Boston Celtics’le giriştikleri rekabet NBA’i yaklaşık 10 yıl boyunca sürükledi. Magic Johnson da bu süreçte Lakers’ın genelde birinci skor opsiyonu değildi; ama sahadaki en büyük yaratıcıydı. Dört kez asist kralı oldu, üç kez en değerli oyuncu seçildi.

Bununla beraber Magic’in tek etkisi sahada değildi. Birincisi, o müthiş gülümsemesi sayesinde bir medya yıldızıydı, önemli bir reklam yüzüydü. Mesela onun başrolde olduğu Converse reklamları pek eğlenceliydi.

İkincisi, Los Angeles aynı zamanda Hollywood ünlülerinin, güzel kadınların da şehriydi. Lakers’ın sahibi Jerry Buss’ın malikanesi kadar Magic’in evindeki partiler de çok meşhurdu. Takım arkadaşları tamam; ama diğer takımlardaki oyuncular da bu partilere katılmaya can atardı. Öyle partiler ki ABD’nin en ünlü basketbolcuları ile en güzel kadınları bir arada eğleniyordu.

Ayrıca, o dönemde kurduğu iyi ilişkiler sayesinde Magic Johnson daha 1990’da geleceğe yönelik iş planlarını yapmaya başlamıştı bile. Yapımcılar, iş adamları hep yakın çevresindeydi. Kısacası bugünkü girişimciliğinin temelleri ta o zaman atılmıştı. Lakers’tan yıllık 3.1 milyon dolarlık ücretinin yanı sıra reklam anlaşmalarından ve diğer faaliyetlerden de yılda 9 milyon dolar kazanıyordu.

Mesela henüz 30’lu yaşlarının başında bir spor malzemesi firması kurmuştu. Yılda 6.5 milyon doları oradan alıyordu. Keza bir meşrubat firmasına da ortak olmuştu. Takım sahibi olma veya 100-200 milyon dolarlık varlık oluşturma konularındaki planlarını Sports Illustrated’a anlatmıştı.

Bir olay daha var ki Magic Johnson’ın sporculuk kariyerini bitirirken başta ABD olmak üzere tüm dünyanın sempatisini bir kez daha kazanmasını sağladı. 1991’in 7 Kasım günü Forum Spor Salonu’nda bir medya ordusunun önüne çıktığında olağanüstü bir vaziyet olduğunu iyi kötü herkes tahmin etmişti. Ama arkasından gelecek şoku pek öngörebilen yoktu herhalde.
Magic o toplantıda HIV pozitif olduğunu açıklayıp basketbolu bıraktığını söyledi.

Tam da AIDS hastalığının başta ABD olmak üzere ortalığı kasıp kavurduğu günlerdi. Bırakın
spora devam edebilmesini, Magic’in günlerinin sayılı olduğu düşünülmüştü. Ancak Magic aradan geçen sürede sağlığını çok iyi muhafaza ettiği gibi toplumda AIDS hastalığı konusundaki bilincin artmasında çok ciddi bir rol üstlendi.

Arada bir Dream Team macerası yaşadı. Birkaç kez basketbola geri dönme denemesi de yaptı. Ama aslında aktif sporu bırakmasının üzerinden neredeyse 30 yıl geçti. Buna karşın Magic hâlâ çok popüler bir medya figürü, saygın bir işadamı.

Hatta Covid-19 sürecinde özellikle kadın ve azınlıktan küçük girişimcilere 100 milyon dolarlık bir fon ayırınca bir kez daha gönülleri fethetti. Zaten spor sonrası bu sevgiyi sürdürebilmek pek fazla kimsenin harcı da değil.



ÇILGIN
DENNIS RODMAN


“Özel hayatındaki skandallar, birlikte olduğu kadınlar, yaşadığı ruhsal sorunlar, NBA’deki basketbolu, siyasi liderlerle ilişkileri ve daha birçok şey, Rodman’ı basketbol tarihinin saçları gibi renkli bir ismi görmesini sağladı.”

SERDAR SÖZKESEN

Bu adam için nereden başlasam, gerçekten bilemiyorum. Çünkü birçok Dennis Rodman var. En iyisi basketbolcu olan Dennis Rodman’dan başlamak olacak. 90’lı yıllar denince basketbolda akla gelecek ilk 20 isim arasında Rodman’ın ismini rahatlıkla verebiliriz.

Olumlu yanlarına bakalım; çok da fazla değil. İlk olarak 1989 ve 1990 yıllarında şampiyon olan Detroit Pistons’ın 'Bad Boys' kadrosunun önemli parçalarından biriydi. Daha sonra Chicago Bulls’un ikinci üçlemesinde yer aldı ve Jordan-Pippen ikilisinin yanına gelerek 1990’ların BIG 3'ünün son parçası oldu.

Sert ve savunması kuvvetli olan Rodman, birçok oyuncu içinden çıkıp ribaundu alan biriydi. Gerek savunma ribaundlarında, gerekse hücum ribaundlarında topu söküyordu. Bu da onun 'Worm' (solucan) lakabını almasını sağladı. Mücadeleci yapısı, ölümüne oynayışı, Rodman’ı rakiplerine karşı endişe verici bir kimliğe sokuyordu. Ancak bu işleri bazen çaktırmadan pis bir şekilde yapıyordu ki, hakemleri aldatmayı başarıyordu.

Örnek verecek olursak, topsuz alanda bir oyuncuyla ikili mücadeleye giren Rodman, rakibine dirseği çaktırmadan yapıştırıyordu. Buna sinirlenen rakip, Rodman’a karşılık verince teknik faulü yiyordu. Ama bazen aleyhine verilen pozisyonlar için haddini aşan itirazlarda bulunup teknik faul yiyordu.

Hatta bir maçta kendisine verilen teknik faulü saha ortasına oturarak protesto ettiği için oyundan atılmışlığı da vardır. Hatta ve hatta, 1997 yılında, Minnesota Timberwolves deplasmanında kendisini görüntüleyen erkek kameramanın cinsel organına vurup ihraç edilmesi de basketbol kariyerinde mevcuttur.

Gerek maç içindeki aykırı ve ötesi davranışlardan, gerekse Detroit sonrası NBA’de oynadığı takımlarda yaptığı disiplinsizliklerden onlarca maç ve binlerce dolar para cezası da cabası...

Dennis Rodman, sahada rahatlıkla gözünüze çarpacak bir isimdi. San Antonio’ya transfer olduktan sonra, rengarenk saçlarıyla dikkat çekmeyi başarıyordu. Bir maçta sarı saçlıyken, bir sonraki maçta kırmızı, öbür maçta yeşil-siyah, ertesi maçta şekillerle birçok renk barındırıyordu.

2 metrelik ve çeşitli saç stillerine sahip olan biri herkesin dikkatini çeker; zamanında birçok kadının da dikkatini, ilgisini çekmiştir. Bu kadınların arasında evlendikten 1 hafta sonra, "Çok sarhoştum hakim bey! Nasıl evlendiğimi hatırlamıyorum bile” diyerek boşandığı ünlü model ve oyuncu Carmen Electra ve efsane popçu Madonna da vardı. Toplamda 3 kez evlenen Rodman, daha sonra yaptığı bir açıklamada 2 binden fazla kadınla yattığını; ama Carmen Electra’yı başka bir yere koyduğunu söylemişti.

Rodman her anlamda sansasyonel bir isimdi ve halen daha öyle. Araçta tüfek bulundurup alkolden sızması, kadına şiddet, kavgaya karışmak vs. Bu nedenle birkaç kez gözaltına alınmış, milyonlarca dolar para cezasına çarptırılmış ve 3 kez rehabilitasyon merkezine yatmış bir ruhsal sıkıntılı insandan akla gelebilecek birçok değişik şeyleri bekleyebilirsiniz.

Bunun en son örneği, ABD Başkanı Donald Trump ve Kuzey Kore Lideri Kim Jong-Un ile aralarının iyi olması, onların hayranı olmakla birlikte, bu ikilinin Singapur’daki buluşmalarını gözyaşlarıyla takip etmesi de, bu Solucan'ın nasıl bir kafa yapısına sahip olduğunun göstergesi...

Mesleki anlamda Rodman sadece bir basketbolcu değildi. WCW’da, WWE’de Amerikan güreşi maçlarına çıkmıştı. Film oyunculuğu ise, sporculuğu kadar parlak değildi. Öyle ki, 1997 yılında Jean-Claude Van Damme ile birlikte oynadığı Double Team adlı filmle Altın Ahududu Ödülleri’nde en kötü yeni star, en kötü yardımcı erkek oyuncu ve Van Damme ile birlikte en kötü iş birliği ödüllerine layık görüldü.

Özel hayatındaki skandallar, birlikte olduğu kadınlar, yaşadığı ruhsal sorunlar, NBA’deki basketbolu, siyasi liderlerle ilişkileri ve daha birçok şey, Dennis Rodman’ı basketbol tarihinin saçları gibi renkli bir ismi görmesini sağladı.



DOMİNANT
SHAQUILLE O’NEAL


“Shaquille O’Neal sadece bir basketbolcu değildi. Gerek sporuyla, gerekse sanatıyla şov dünyasının renkli bir parçası olan O’Neal, yoksullara, zor durumda olanlara da yardım eli uzatmış bir halk insanı. Özetle Shaq, yaptıklarıyla dominant bir basketbolcu ve halkın sevdiği bir figür oldu."

BERTAN ERMAN

Shaquille O’Neal ismi, 1990’lı ve 2000’li yılların basketbol severleri için birçok anlam ifade ediyor. Küreselleşen dünyada NBA’in pazarlanması ve onun hayal gücünün büyüklüğü birleşince, üstüne bir de pozisyonu için mükemmel bir basketbolu olunca, her yerde olursunuz. Shaq de bu şekilde her yerde olmayı başardı.

O’Neal için Newark, New Jersey’de yokluk ve gangsterlerin arasında geçen zorlu bir çocukluk dönemi, asker olan üvey babası; ancak Shaq için biyolojik babasından daha öz olan babası Phillip Harrison’ın disipline etmesi ve ona kendisi olması için verdiği hayat dersleri, Harrison’ın tayinleri nedeniyle Almanya’ya gidip farklı bir kültür görmesi, toplumsal açıdan yaşıtlarına göre daha büyük ve siyahi olmasından dolayı kendisiyle alay edilmesi, genç yaşta ırkçılığa maruz kalması ve bunun oluşturduğu sert bir karakter…

Shaquille O’Neal’ı Shaq yapan birçok faktör var. Rahmetli babası Phillip Harrison’ın Shaquille O’Neal üzerindeki etkisini biraz detaylandırmakta fayda var. Shaq’in “Benim Hikayem” adlı otobiyografisinde kendisi bahsediyor. Lisedeki bir maç sırasında, üstün fiziksel özelliğine rağmen smaç basmaktan korkan bir O’Neal’ın, Julius Erving gibi turnike atmasına kızan bir baba düşünün.

Bu durumu gördükten sonra, oğlunu kolundan çekip, “Dr. J gibi olmaya çalışıyordum” diyen genç O’Neal’a, “Dr. J’in canı cehenneme! Sen Shaquille O’Neal olmaya bak. Şimdi git ve o topu potaya göm!” diyen, akabinde rahatlıkla smaç basmaya başlamasını sağlayan, 9 yaşından beri basketbol temellerini öğreten müthiş bir isim.

Tabii ki O’Neal da genç yaşta büyük ölçüde olmasa da önemli sorunlara karışmış ve babasından az dayak yememiş. Kendisi de bu yaşadıkları olmasaydı, şu anki konumunda olamayacağını bahsediyor; kitabı okuyup bakınca gerçekten öyle.

Shaquille O’Neal, basketbolcu olduğu dönemde tam anlamıyla bir boyalı alan canavarıydı. 1992 yılında kendisini Draft’ın ilk sırasında seçen Orlando Magic’in önemli bir parçasıydı.
İyi bir kadroya sahiptiler; ancak Shaq, yeterince yeteneğe ve güce sahip olmasına ve tecrübe edinmesine karşın bir türlü mutlu sonu Magic’te göremedi. 1996’da Los Angeles Lakers’a geldi, bazı olayları olsa da Kobe Bryant ile muhteşem bir ikili oluşturup 2000-2002 yılları içinde 3 şampiyonluk yaşadı.

2004 yılında Miami Heat’e transfer oldu; orada da 2005-2006 sezonunda mutlu sona ulaştı. Ancak Shaq’in basketbol kariyeri de burada düşüşe geçti. Heat’teki otorite Pat Riley’in vücut yağ oranına bakması, Shaq’in yapısını bozmuş ve sakatlanmasına neden olmuştu. Bu nedenle de eski gücünü kaybetmişti.

Bir sonraki durağı Phoenix’te kendini yeniden bulan O’Neal, daha sonra Cleveland ve Boston’da birbirinden kuvvetli kadroların içinde yer alsa da, hem bu spor için yaşlı olmaya başlayışı, sakatlığı vs. gibi birçok faktör belki de 1-2 yüzük daha almasına mani olmuştu.

Ancak Shaquille O’Neal sadece bir basketbolcu değildi. Otobiyografisinde anlattığı üzere polis olup birkaç operasyona katılmış, profesyonel RAP yapmış, albüm çıkarmış biri. Çünkü Shaq, hayallerinin peşinden giden ve bunun için gerekli atılımları yapan komple bir şov insanı. Gerek sporuyla, gerekse sanatıyla şov dünyasının renkli bir parçası olan O’Neal, yoksullara, zor durumda olanlara da yardım eli uzatmış bir halk insanı.

Lüks bir hayata sahip olsa da, geçmişte yaşadıkları zorlukların değerini bilip hâlden anlayan bir isim olması, insanlarla olan diyalogları, hayata karşı eğlenceli ve bir o kadar da sorumluluk sahibi bakış açısı, Shaquille O’Neal’ı bugünlere getirdi. Özetle Shaq, yaptıklarıyla dominant bir basketbolcu ve halkın sevdiği bir insan oldu. Son olarak, umarım bir gün idolüm olan bu efsane ile karşılaşır ve röportaj yaparım.



BEDEL
ALLEN IVERSON


"Kariyeri bittiğinde rahatlıkla aynaya bakıp kendi yolumu kendim çizdim diyebilen Iverson, kariyerinin önemli eşiklerini tek tek aşarken kendine has crossover hareketleri, taktığı kolluklar, örgü saçları, takım arkadaşları ve medyayla olan ilişkisi ve aksi tavırlarıyla ikonluğunu da inşa etti."

BARIŞ CEVAHİR

Her bir hayali gerçekleştirmenin bedeli çalışma tempomuzun yanı sıra birçok detayı da kapsar. Kimi zaman küçük bir hayal için büyük uğraş gösterirken kimi zaman çok daha büyük bir hayalimiz için ne kadar fazla çalışsak da bu gerçekleşmez. Ancak yoğun bir fırtınanın içindeki bir gemiyi limana yanaştırmak için küçük ya da büyük bir bedel ödenir. Kişi bu kapalı havada çoğu zaman yalnızdır ve seçimlerinin sonucunu yaşar. “İnsan hayatı, başkalarının yaptığı hataların ağırlığına yüklenemeyecek kadar kısa. Herkes, kendi hayatını yaşıyor ve yaşamak karşılığında kendine çıkan faturayı ödüyor.”

NBA’e adım attığı 1996'dan emekli olduğu tarihe kadar Iverson da kendi ikon kişiliğini yaratmanın bedelini farklı şekillerde ödedi. Kimi zaman örgü saçları nedeniyle ligin kimliğini bozduğu için üst yöneticilerden tepki topladı. Kimi zamanlarda da topluma ters gelen geçmişi nedeniyle hor görüldü. Ancak tüm bu zorluklara rağmen her zaman en büyük amacı olan kendi ikonunu başkalarına aşılamayı gerçekleştirdi.

Ne Magic Johnson oldu, ne de Larry Bird. Hall of Fame konuşmasında dahi ayrı bir parantez açarak teşekkür ettiği, “O olmasaydı olmazdım” dediği Michael Jordan’ın duruşuna da pek yanaşmadı.

Kariyeri bittiğinde rahatlıkla aynaya bakıp kendi yolumu kendim çizdim diyebilen Iverson, kariyerinin önemli eşiklerini tek tek aşarken kendine has crossover hareketleri, taktığı kolluklar, örgü saçları, takım arkadaşları ve medyayla olan ilişkisi ve aksi tavırlarıyla ikonluğunu da inşa etti. Ancak Iverson’ın bu ikonu temsil eden olguları bir bir hayata geçirmesi, ona belki de en büyük hayat dersini verdi.

Iverson denilince hâlâ ilk sıralarda akıllara gelen meşhur bowling salonundaki olay, deneyimli oyuncunun ilk büyük sınavıydı. Orada yaşananlar sonucu profesyonel bir oyuncu olacakken kendisini hapiste bulan küçük dev, o dönem başarıdan haz etmeyen insanların nefretini de kazandı.

“Yalnızca güçlüler ayakta kalır” duruşunun da oluştuğu bu günleri ve verilen cezaları zor da olsa kaldıran Iverson’ın hapse girmesi ve hakkında çıkan spekülasyonlar AI’ın karakterini şüphesiz güçlendirmişti aynı zamanda. Yaşadıkları, belki de 2001 final serisinde Lakers’a karşı gösterdiği olağanüstü performansın ana kaynağıydı.

MVP seçildiği yılda takımını ve arkadaşlarını ayakta tuttu. Sahip olduğu liderlik özelliği, ikon ismin ikon özelliğiydi. O günlerde kendi kaderini bir şampiyonluk yüzüğüyle değiştiremedi. Ama kendisine gelen eleştiriler, “kişiliğinde problem var” yorumları, geçmişin verdiği güçle birleşince milenyumun başında değerine değer kattı. Allen Iverson, Allen Iverson olmuştu.

'Yanıt'ı -“The Answer”ı- The Answer yapan şeylerden birisi de bu. Yaşadığı her dakikaya ayrı ayrı bir cevabının olması. Ancak tüm bunlarla topluma kendisini anlatması bazen de zor oldu. Uyum sağlamayı sevmeyen Iverson’ın yanıtları genellikle normalin biraz dışındaydı.

AI efsanesi, Ekim 2010’da Türkiye’ye adım attığında hepimizi dünyaca bir ikonu canlı canlı oynarken görme şansını elde etmenin heyecanı sarmıştı. O, Beşiktaş’a geldiğinde medyada ülkenin bir numaralı sporu futbolun bir hayli gerisinde olan basketbola rağbet arttı. Akatlar Arena’ya basketbol antrenmanını izlemeye gelen seyircilerin olması çok uzaklardan gelen bir ikonun, bir kahramanın etkisiydi.

AI, eski AI gibi Türkiye’ye gelmedi; fakat sadece ismiyle yarattığı etki, kesinlikle ülke basketboluna olumlu bir hava kattı. Geldiğinde belki her şeye yanıt vermiyordu, vücudu attıkça atan 2001 NBA MVP’sini yansıtmıyordu; ama biz onu bu topraklarda canlı izledik.

Iverson, tüm dünyadaki basketbolseverler için her zaman The Answer olarak kalacak. İkon kimliğiyle her zaman her şeye karşı bir yanıtı bulanan, bu yolda ödediği bedelle kendisi olan, yaptığı tek bir küçük hata için bile ikon kişilik olmanın faturasını duruşuyla verebilen bir kahraman.

Zaten hayatın acıklı kuralı da bu, hatalar için bir sürü ödeme yapmak zorunda kalmak ve kaderin alacak defterini hiç kapatmaması. Tüm bunlara karşı koyduğumuzda belki biz de AI gibi kendimiz olacağız.

Karakteriyle hayatıma dokunan bu küçük ama yanıtları oldukça büyük, aksi ve her zaman kendisi olan adama sevgilerle.



FENOMEN
DEJAN BODIROGA


"Eğer basketbol mitolojik bir zemine oturtulacak olsaydı; Yugoslavya özelinde 2 ‘Tanrısı’ olurdu. Biri Zeljko Obradovic… Diğer isim ise Yugoslav halkının, “Mi imamo svoga Boga, ime mu je Bodiroga - Tanrımız var, adı da Bodiroga” diye bahsettiği Dejan Bodiroga."

FATİH SABOVİÇ

“Maçı kaybettik: Bodiroga ertesi gün idmanda. Kazandık: Bodiroga ertesi gün idmanda. 40 sayı attı: Bodiroga ertesi gün idmanda. Oyuncu sadece takımla değil, bireysel de çalışmalı. Zamanında takım günde 4 saat, Bodiroga 8 saat çalışırdı.” Bu sözler, dünya basketbolunun efsane ismi Zeljko Obradovic’e ait.

“Sizin için birlikte çalıştığınız özel bir sporcu var mı?” sorusuna öncelikle mütevazı şekilde tüm isimlerin hakkını verdikten sonra bu karşılığı veriyor Obradovic…

1973 yılının 2 Mart gününde şu anda 75 bin nüfusa sahip olan Sırbistan'daki Zrenjanin kentinin 3 bin nüfuslu Klek Köyü'nde doğuyor Bodiroga…

Ciddi bir altyapı formatında basketbol oynamaya ilk olarak 13 yaşında başlamasına rağmen henüz 15 yaşında (pek çok Yugoslav yıldız gibi) boyu 2.05’i buluyor. Yerel ligi domine eden genç yetenek, ardından yolunu Hırvatistan’a düşürüyor.

Kendi şehri Zrenjanin’deki Proleter’den sonraki adresi Hırvatistan’dan Zadar oluyor. Asıl sıçramayı ise, yine tanıdık bir ismin koçluğu altında, Bogdan Tanjeviç’in çalıştırdığı Trieste’ye giderek gerçekleştiriyor.

Yugoslavya’daki ‘taş elli’ tabirinin vücut bulmuş hâli olan Bodiroga; Olimpia Milano’nun ardından gittiği Real Madrid’de Zeljko Obradovic klasını tatma fırsatıyla kutsanıyor. Dejan Bodiroga’nın sahip olduğu ‘taş elli’ özelliğini yine en başarılı şekilde yine Obradovic açıklıyor;

“Bu tabir, idmanda ekstra 500 şut atıp elinde acı hissedenler içindir. O acıyı hissetmezsen, hiçbir şeyin anlamı yok! 'Taş elli' sözünü hak eden iyi çalışmıştır.” İşte Bodiroga; bu deyişi taşımayı daima hak eden sayılı yıldızdan biriydi.

Ülkesi Yugoslavya’daki altın jenerasyonun içerisinde yeri öylesine ayrıydı ki, o dönem çılgın işlere imza atan punk grubu Prljavi Inspektor Blaza i Kljunovi onun da klibinde oynadığı bir şarkıyı, "Seks, droga, Bodiroga’yı yayınlamıştı. Real Madrid’de Obradovic’siz sezonunda tam anlamıyla arzu ettiği gelişim düzeyine erişemeyen Sırp yıldız, ‘hasretini’ çok geçmeden Panathinaikos forması altında bitirecek ve kariyerinin altın çağını Obradovic liderliğindeki Yunan ekibinde yaşayacaktı.

Panathinaikos’ta birlikte sayısız başarıya imza atan Bodiroga, ülke parçalanmasına rağmen Yugoslavya adıyla mücadele eden ve harikalar yaratan milli takımda da madalyadan madalyaya koşan ekibin assolisti hâline geldi.

2002 yılında Barcelona’ya geçiş yapan Dejan, EuroLeague’i ilk kez o dönem kazanan Barça’da koç Svetislav Peşiç’le birlikte tarihe geçecekti. Kariyeri boyunca Yugoslavya basketbol tarihinin en iyi koçlarıyla çalışma fırsatı bulan ve onlara her gün elinden gelenin en iyisini veren Bodiroga, sosyal medyanın hiç de aktif olmadığı zamanlarda gerçek bir fenomen hâline gelmişti.

Öyle ki kendi halkı tarafından yapılan şu yakıştırma, her şeyin özeti gibi; “Mi imamo svoga Boga, ime mu je Bodiroga – Tanrımız var, adı da Bodiroga.” Bu cümle ve Türkçesini okuduktan sonra zaten yazıya devam etmek de Bodiroga’ya ve Yugoslavyalıların basketbol anlayışına ‘hakaret’ niteliğinde olacaktır...



KILL BILL
VASSILIS SPANOULIS


“Olympiakos'ta 15 yıl sonra rüzgârı tersine çeviren Spanoulis, mücadele ettiği her takımda üstlendiği liderlik ve kritik anlarda aldığı sorumlulukla, Avrupa basketbolunun eşsiz figürleri arasına adını yazdırdı...”

OĞULCAN ÇOKSAYAR

Oyun kurucu ve şutör guard pozisyonlarında oynasa da genelde bir combo guard olarak ön plana çıkan Vassilis Spanoulis, eşsiz oyun tarzı ile şüphesiz Avrupa basketbolunda 7'den 70'e tüm basketbolseverlerin hafızasında yer edindi. Profesyonel kariyerine 1999 yılında doğduğu şehrin takımı olan Gymnastikos Larissa'da başlayan Spanoulis, Yunan basketbolunda yaptığı kariyer tercihleri neticesinde hem en sevilen hem de nefret edilen basketbol figürleri arasında yer aldı.

2002 yılında Yunanistan'da yılın çaylağı olarak yetenek avcılarını üzerine çeken Spanoulis, kariyerindeki ilk büyük adımı 2005 yılında Obradovic'in Panathinaikos'una imza atarak atmıştı.

Keskin şutları ve önceden kestirilmesi zor olan oyun zekasıyla rakiplerinin bir adım önüne geçen Yunan basketbolcu, 2005-06 sezonunda gösterdiği harika performansıyla Avrupa'daki ilk sezonu olmasına rağmen 'EuroLeague En İyi 2'nci Beşi'ne seçilmeyi başardı. İlk sezonunda böylesinde büyük bir çıkış yakalayan Spa, basketbolun önde gelen isimlerinin dikkatini çekmeyi başarmıştı.

Yakaladığı çıkışın farkında olan Yunan yıldız, Obra'nın ona en ihtiyaç duyduğu sezonda şansını NBA'den yana kullanmayı tercih ederek, Pana cephesinde ilk kırgınlığı yaratmıştı. 2006-07 sezonunda imza attığı Houston Rockets'ta, bilinen Spanoulis'ten çok uzak bir görüntü sergileyen yıldız oyuncu, kısa bir ABD macerasının ardından Panathianikos'a geri
dönmüştü.

İki sezon daha Obradovic'in Pana'sında yıldızını parlatan Spanoulis, iki sezonluk serüveninde bir EuroLeague şampiyonluğu yaşarken, EuroLeague Final Four MVP'si seçilme onuruna da erişti. Ancak Obra'nın Pana'sında harika işleyen mekaniğin bir parçası olmaktansa, yıldızının tüm parlaklığını parkeye yansıtacağı bir kariyer isteyen Spanoulis, menajerinin de etkisiyle Panathinaikos'un ezeli rakibi Olympiakos'a imza attı.

Houston hamlesinden sonra bir kez daha Obradovic'i ve Panathinaikos camiasını üzen Yunan basketbolcu, 10'larca yıldır ne Avrupa ne de ligde zafer kazanamayan Olympiakos ile yeni bir maceraya yelken açtı.

2010-2011 sezonunda ilk kez Olympiakos formasını terleten Spanoulis, yeniden yapılanan Pire temsilcisinin parkedeki lideriydi. Oly, 15 yıl sonra aradığı lideri bulmuş ve gelecek zaferler için umut dolmuştu. Oyunu her yönüyle oynayabilen bir guard olan Spanoulis, ilk sezonunda zaferin eşiğinden döndü. Yunan guard'ın yanına yapılan takviyelerle yıllardır ulaşamadığı Avrupa zaferine göz diken Olympiakos, en sonunda İstanbul’da tarihin en güçlü CSKA Moskovası’nı mağlup ederek şampiyonluğa ulaştı.

1997’de David Rivers’ın getirdiği şampiyonluktan sonra bir ilkti bu. Aynı sezon ligi de alan Olympiakos 15 yıl sonra ilk defa iki kupayı da kazanmış oldu. O sezon takıma ettiği liderlik ve kritik anlarda aldığı sorumlulukla şampiyonluk yolunun asfaltını döken Spanoulis, MVP seçilerek başarısı taçlandırdı.

15 yıl sonra rüzgârı tersine çeviren Olympiakos'ta, Spanoulis'in önderliğinde Avrupa zaferleri gelmeye devam edecekti. Yapısı gereği 'winner' bir oyuncuya evrilen Kill Bill, Olympiakos'ta 2 EuroLeague şampiyonluğunu daha göğüsledi. Spanoulis, üst üste MVP seçildiği dönemlerin ardından Gate 7 tarafından 'Most Vassilis Player' olarak anılmaya başladı.

Vassilis, ayrıca Toni Kukoc'tan sonra Euroleague Final Four MVP ödülünü toplam 3 kez kazanan tarihteki 2. oyuncu olarak, bu unvanları hak ettiğini kanıtladı.

Pana'da işleyen bir sistemin parçası olarak yıldızını parlatan, liderlik apoletini omuzlarına taktığı Olympiakos'ta Avrupa basketboluna damga vuran Spanoulis, Atina'nın efendisi olarak basketbol sahnesinde rolünü oynadı.

Spanoulis, milli takım formasıyla da tüm vasıflarını sergileyebilen nadir oyunculardan olmayı başardı. Yunan yıldız 2006 FIBA Dünya Basketbol Şampiyonası'nda yarı final maçında ABD'ye karşı 22 sayı atarak ülkesinin finale yükselmesine önemli rol üstlenmiş ve Yunanistan için ne kadar önemli bir figür olduğunu yeniden kanıtlamıştı.

Sezon başında yaşadığı sakatlık sebebiyle sezonu kapatan ve hayranlarına 'Acaba devam edecek mi' sorusunu sorduran V-Span, kariyerini noktalama kararı alırsa Avrupa'nın en eşsiz karakterlerinden biri parkelere veda etmiş olacak. Her zaman aidiyet arayan ve asla pes etmeyen yapısıyla bir nesle liderlik vasfını aşılayan Spanoulis, her daim 'Pire'nin Efendisi' olarak hatırlanacak.



İNANÇ
DRAZEN PETROVIC


"Drazen'den önce de NBA'de yetenekli Avrupalı basketbolcular vardı. Ama orada varolabileceğiniz ve dünyanın en büyük liginde önemli bir oyuncu olabileceğiniz inancını bana göre Drazen Petrovic yerleştirdi."

RÖPORTAJ: ALP ULAGAY

Drazen Petrovic 1980’lerde önce Avrupa’da ikon oldu. Bir yandan Cibona formasıyla diğer yandan Yugoslavya formasıyla Avrupa parkelerinde büyük bir hayran kitlesi toplayan, çocukların sokakta taklit ettiği karizmatik bir yıldızdı. Bu yeteneğini Real Madrid üzerinden NBA’e taşıdı.

Tam orada da yıldız statüsüne kavuşuyordu ki 1993’ün haziran ayındaki bir trafik kazasında yaşamını yitirdi. Petrovic’i bugün bile bir ikon olarak hatırlamamızın sebeplerini son derece duygusal biyografisinde yazan Avustralyalı gazeteci Todd Spehr ile konuştuk.

Ben Drazen Petrovic’i ilk kez 1985'te Cibona’da oynarken izledim. Real Madrid'e karşı oynadıkları Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası final maçıydı. Baş döndürücüydü! Siz Drazen’i ilk ne zaman duydunuz?

- Sanırım benim yaşımdaki birçok uluslararası basketbolsever gibi, ilk kez Dream Team’e karşı duydum. 1992 Olimpiyatları oynanırken sadece dokuz yaşındaydım. O zaman Drazen basketbol bilincime yerleşti.

Açıkçası, Drazen bundan kısa bir süre sonra öldü. Bu yüzden başlangıçta basketboldaki yerinin gerçekten farkında değildim. Ama yaşım ilerledikçe ve basketbolun tarihini öğrenmeye daha fazla yoğunlaştıkça, Drazen’in başardıklarını, gerçekten dikkate değer hikâyesini takdir etmeye başladım.

- Sibenka, Cibona ve Real Madrid’de saha içi liderlerden biri olduğunu biliyoruz. Ergenlik yıllarında da böyle yetenekli miydi?

- Yetenekliydi. Ancak yetenek, Drazen'in yapısındaki en önemli kısım değildi. O dönemi etrafındaki kişilerle konuşarak öğrendim. Becerisi, oyuna yaklaşımı ve oyununu geliştirme konularında çok analitikti. Yani yetenek önemliydi. Boyu uzundu, hırslıydı ve yetenekliydi. Hepsi bir bileşimi vardı onda. Ancak onu herkesten yukarı taşıyan şey karşı konulmaz iş ahlâkıydı.

- Yugoslavya o zamanlar çok büyük bir basketbol gücüydü. Elbette oradaki yükselmek için yeteneğe ihtiyacınız vardı. Ama iş ahlâkı bence bu yetenekten önce geliyordu. Analitik olduğunu söylediniz. Biraz daha açıklayabilir misiniz?

- Evet. Drazen nasıl gelişeceğini anlamıştı. Anladığım kadarıyla, Drazen'de basketbola dair içgüdüsel bir unsur vardı. Antrenmanlarına yaklaşımında, her şey çok yapılandırılmış, her şey önceden düşünülmüştü. Mesela askerde geçirdiği yıl bile, şutları iyiden çok iyiye doğru gitmişti. Sibenka’da oynarken ortalamanın üstünde bir şutördü; ama iki yıl sonra Cibona'ya gittiğinde birden harika bir şutör olmuştu. Yani oyununda bir zayıflık veya iyileştirilmesi gereken bir yön belirlemişti. Ama bunu ergenliğinin ilk yıllarında okuldan önce spor salonuna gidip sandalyeler kullanarak idmana çıkarken de yapıyordu. Kısacası hangi alanların iyileştirilmesi gerektiğini anlayıp bunu yapmanın bir yolunu buluyordu.

İLHAM KAYNAĞI ABİSİYDİ

- Drazen yetenekli, hırslı ve analitikti. Peki ona kim ilham verdi? Eski oyuncular mı, antrenörler mi?


- Bence onun üzerinde en büyük etki abisi Aleksandar’dan (Aco) gelmişti. Onun bu etkisinin Drazen için rotayı ayarladığını düşünüyorum. Araları çok iyiydi. Her ikisi de çok iddialıydı. Drazen Petrovic basketbol antrenmanında onu takip ederdi. Aco sahada antrenman yaparken, o da kenarda topu sektirirdi. Bu sebeple tartışmasız üzerinde en büyük etkiye abisi sahipti.

O, Cibona'ya gittiğinde orada birlikte çok iyi oynadılar. Sahadaki iddialarının da çok benzer olduğunu görüyorsunuz. Belki Drazen biraz daha çok asılır, biraz daha fazla motivasyon katmak zorundaydı. Ancak Aco da harika bir oyuncuydu ve kesinlikle bir etkisi vardı.

- Eski Yugoslavya'daki altı koçuyla konuştunuz. Bu antrenörler arasında en çok kim ona katkıda bulundu?

- Zannedersem hepsiyle konuştum. Her biri farklı bir bakış açısına sahipti, çünkü her biri Drazen'ın farkı gelişme aşamasını görmüştü. Gelişme aşaması, büyüme aşaması, hatta Real Madrid'den önce. Eski Yugoslavya liginde oynadığı dönem...

Antrenörleriyle konuşmak bana neden ve nasıl geliştiği konusunda büyük bir fikir verdi. Katkıya gelince söylemesi gerçekten zor; çünkü Drazen'in ilerleyişi çok istikrarlıydı. Boyunun uzaması bile böyleydi. Ama belli ki, Cibona'daki yıllarında çalıştığı üç farklı antrenör olabilir diye düşünüyorum.

Benden tam olarak bir saptama isterseniz Cibona dönemi derim. Çünkü 1986'ya gelindiğinde Real Madrid’in istediği, Barcelona’nın istediği ve de Portland’ın draft ettiği bir oyuncu hâline gelmişti. 1984-86 döneminde Drazen, NBA dışındaki dünyanın en iyi guard'ı hâline gelmişti.

- Özellikle, 1989 ile 1991 arasında, eski Yugoslavya FIBA basketbolunda yenilmezdi. İki Avrupa şampiyonluğu bir dünya şampiyonluğu kazandılar. Ve Drazen onların sahadaki lideriydi. Tek bir ülke olarak kalsaydı ne kadar ileri gidebilirlerdi?

- Biliyorsunuz, 1989 Avrupa Şampiyonası'ndaki beş maçta, iyi bir takım kimyası ile rakiplerini kolayca mağlup ettiler. Drazen yine maç başına 30 sayı atıyordu. Oyun onun etrafında dönüyordu; ama bir şekilde bu uyumlu ekip vardı sahada. Bu turnuvadan hiç maç izlememiş olanlara tavsiye ederim: Bu takımın ne kadar iyi olabileceğinin özünü yakalarsınız.

1990 Dünya Şampiyonası onun son turnuvasıydı. Bu noktada NBA'de sadece bir yıl oynamıştı. Ama takımdaki yeteneklere bakarsanız, Vlade Divac, Kukoc, Radja, Vrankovic. Paspalj… Ne kadar yetenekli bir ekipti! Avrupa’daki en iyi oyunculardan beş, altı, hatta belki yedisine sahiplerdi. Bu basketbolcuların hepsi 1990'ların ikinci yarısında da ön plandaydı. Daha uzun süre bir arada kalmamaları çok yazık.



NBA’DE KENDİNİ YENİDEN PROGRAMLADI

- O zaman NBA'e atlayalım. Drazen, NBA'de başarılı olmak konusunda ne kadar hırslıydı?

- Drazen orada ikinci planda bir oyuncu olmakla hiç ilgilenmedi. Bu, bana bir ego meselesi gibi de gelmedi. Başarılı olma fırsatını hak ettiği konusunda bir özgüveni vardı. Çünkü bir fırsat verilirse başarılı olacağını biliyordu.

Fark ettiğim bir şey var: O meşhur iş ahlâkının kendisini başarıya taşıyacağına çok inanıyordu. Hepimiz Portland'ı hayatının zor bir dönemi olarak hatırlıyoruz. Bence bu Drazen için gerekli bir şeydi: Çünkü Avrupa'da oynadığı tarz ve stilde NBA'de oynayamazdı. Avrupa’da her şey boyalı alanın tepesinde başlardı.

Portland'a geldiğindeyse topu yere vurmanın zor olduğunu fark etti, hücumda oyun şeklini yeniden yapılandırması gerekecekti. Daha önce analitik olmaktan bahsetmiştik. “Başarılı olabilmek için atıcı olmalıyım” dedi kendine. Sonunda hırs ve gerçek arasındaki bilek güreşinde hırs kazandı. Hırs zirveye çıktı çünkü New Jersey'de bu fırsatı buldu.

- Bahsettiğiniz gibi, bir Avrupalı oyuncu o dönemde NBA’e hazır değildi ve lige girişi hiç de kolay değildi. İlk başta neyin eksikliğini çekti?

- Muhtemelen güç ve hızın bir kombinasyonu. Hız, cüsse, rakibin kalitesi, hepsi bir sürprizdi, bir nevi bir kültür şokuydu onun için. Ancak başarılı olmak için geçmesi gereken yol buydu. Portland'daki ilk sezonundan çok fazla maç izledim.

Drazen'in yanal çabukluk sorunları vardı. Yani yana hareket, patlayıcılık eksikti. Drazen harika top sürerdi, gerçekten, driplingi çok iyiydi. Ama NBA’de bunu yapmakta zorlandı. Bu Drazen’i gerçeklerle yüzleştirdi. Bahsettiğimiz gibi, bu ayarlamayı yaptı.

- Gerçekten dördüncü sezonun sonunda Avrupa'da olduğundan farklı bir oyuncu hâline geldiğini düşünüyor musunuz?

- Evet, buna hiç şüphe yok. Eski koçu Rick Adelman 'Uzun, Sıcak Kış' adlı bir kitap yazdı ve bu aslında Drazen'in Portland'daki ikinci sezonuyla da ilgiliydi. Bu kitapta Drazen'e eğer fırsat gelirse şut çekmesini söylediğinden de bahsediyor. Ama Drazen başlangıçta bunu yapmıyordu. Her zaman dribling üzerinden şut bulmaya alışmışsanız ‘catch and shoot’u öğrenmenin gerçekten zor olduğunu görürsünüz. Kısacası kendinizi yeniden programlamak zordur.

Drazen Petrovic aslında bunun sıkıntısını çekti. Ama New Jersey'de 1993'te bir maça baktığınızda artık çok etkiliydi. Daha az top sürüyordu. Daha çok şut atıyordu. Şutu kullanma hızı artmıştı. Tüm bu bilgileri gerçekten inceliyor, kendini programlıyor, oyununu değiştiriyordu. Sonuçta Nets ile gördüğümüz hâle geldi.

- NBA kariyerinin herhangi bir noktasında veya o ünlü 1993 sezonundan sonra Avrupa'ya geri döneceğine dair söylentilere tanık oldunuz mu?

- Bu kolay cevaplanamayacak bir soru. 1993 sezonuna bakarsanız, ülkesindeki gazeteler genellikle Drazen'in serbest oyuncu durumu hakkında yazıyordu. Tabii ki sınırlı bir serbest oyuncu olduğunu hatırlayalım. Nets teorik olarak NBA’deki diğer bir takımın teklifinin aynısını verebilirdi. Karşılık veremeyecekleri şey NBA dışından, Avrupa’dan gelecek bir sözleşme teklifiydi. Yunanistan'daki Panathinaikos onu bekliyordu. Drazen'in menajeri Warren LeGarie bunu daha çok Nets ile pazarlıkta bir koz olarak kullandıklarını söyledi.

Açıkçası hep en iyilerle rekabet etmeye alışmış 28 yaşındaki bir oyuncunun Avrupa’dan bir teklifi kabul etmesi tutarsız olurdu. Size söyleyebileceğim tek şey kitabı yazarken tüm bilgileri sundum. Kesinlikle bir teklif vardı. Kesinlikle ciddiye alınıyordu. Ama bir gazeteye verdiği son röportajda bile, kesinlikle Panathinaikos'a gidecekmiş gibi değildi. Sadece opsiyonları açık tutuyordu. Artık hayatta olmadığı için bunun yanıtını hiçbir zaman tam öğrenemeyeceğiz.

- Ailesi, takım arkadaşları ve ABD'deki takımı için onun zamansız ölümünden bahsedebilir misiniz?

- Tabii ki aile seviyesinde yıkıcı oldu bu ölüm. Hatta halk için de yıkıcıydı. Hırvatistan'da anladığım kadarıyla bir kahramana ihtiyaçları vardı. Drazen, ülkeden ayrılmış ve büyük ölçekte başarılı olmuş biriydi. Hırvatlar için büyük bir gurur kaynağıydı. Çok sevilen bir evlat, kardeş, dost ve takım arkadaşıydı. Aynı zamanda böyle de trajik bir ölüm. Bunun kolayca önlenebileceğine dair yıkıcı bir hisse de kapılıyorsunuz.

DRAZEN ÖLÜNCE ZAGREB'DE ZAMAN DURDU

- Son olarak, Drazen Petrovic'in mirası ile bitirelim. İlk önce sonraki kuşak Avrupalılar üzerindeki etkisi. Onlara NBA'de nasıl oynanacağını gösterdi mi?


- Bence genel anlamda şunu söyleyebiliriz: Drazen, ABD’de başarılı olan ilk Avrupalı değildi. Daha önce başarılı bir üniversite oyuncusu olan Kresimir Cosic vardı mesela. Ama bence Drazen’in asıl mirası şuydu: Hırsı, NBA’e ait olduğuna ve başarılı olabileceğine inancı.

Bugün NBA, dünyanın her yerine, tabii ki Avrupa'ya da etki ediyor. Drazen de buna katkıda bulunmuştu. Ama bence en büyük katkısı hırstı. Çünkü Avrupa'da yetenek hep vardı, Drazen'den önce de yetenekli basketbolcular vardı. Ama orada var olabileceğiniz ve dünyanın en büyük liginde önemli bir oyuncu olabileceğiniz inancını bana göre Drazen yerleştirdi.

- Hırvatistan'da onunla ilgili anıları merak ediyordum. Drazen hakkında neler gördünüz orada?

- Bu ilginç bir soru çünkü Zagreb güzel bir şehir. Orada altı ya da yedi gün geçirdim. Kentte, Petrovic Müzesi’nin, basketbol salonunun, kafesinin bulunduğu bölgesinde neredeyse zaman durmuş gibi hissediyorsunuz. Sanki orada 1993 yılında olabileceğinizi hissediyorsunuz. Eski ya da yıkık olması anlamında söylemiyorum bunu. Mesela müze yepyeni, modern. Spor salonuna doğru çıkıyorsunuz, kafe solda ve salon önünüzde, müze sağda...

Neredeyse Drazen vefat ettiğinde zaman durmuş orada. Zagreb güzel bir şehir ve baktığınız her yerde, sanki Drazen'in silueti size müzeyi işaret ediyor. Onun parmak izleri şehrin her yerinde…

- Son sorum şu: Onu gelmiş geçmiş tüm Avrupalı basketbolcular arasında nereye koyardınız?

- Avrupa basketbol tarihi de tıpkı NBA'in tarihi gibi çok güçlü. Ama onun en büyük öncü olduğunu söyleyemem çünkü BYU'da Cosic'i, ayrıca Sabonis'i araştırdım. Sabonis muhtemelen maçını izlediğim en iyi ergen oyuncu. Buna LeBron da dahil ve bunu samimiyetle söylüyorum. Drazen'i nereye koyabileceğimi tam bilemiyorum. Zirveye yakın olduğunu biliyorum. Ancak, bahsettiğim oyuncuların her biri en büyük Avrupalı basketbolcu olabilir. Tek bildiğim, bu isimlerin Avrupalı oyuncuların dünya çapında tanınması yönünde büyük katkılar sağladıkları. Drazen’in de bu tarihte bir yeri var.

dr.j magicjohnson dennisrodman alleniverson shaquilleo eal drazenpetrovic bodiroga vassilisspanoulis efeaydan harunerdenay tolgayenigün röportaj ribaunddergisi muratmurathanoğlu alpulagay fatihsaboviç